-
Üzüntü Kapını Çaldığında
Bazen üzüntü hiç beklemediğin bir anda ziyarete gelir. Onu içeri aldığında, bu ilginç misafirin göründüğü gibi korkutucu olmadığını keşfedeceksin…
-
Vahdet-i Vücûd
Ferid Kam bu eserde vahdet-i vücûd mefhumunu genel anlamda Batı düşüncesiyle, özelde ise panteizmle karşılaştırmalı olarak incelemektedir. Panteizmin tarihi hakkında malumatın yanında, eski Yunan’da, Hindistan’da ve Hıristiyanlıkta panteist görüşlerin mahiyeti hakkında da bilgi vermektedir. Vahdet-i vücûdu anlayabilmek için önce tasavvuf düşüncesine aşina olmak gerektiği inancıyla daha sonra tasavvuf konusunu açar. Başta İbnü’l-Arabî ve Gazzâlî olmak üzere pek çok tasavvuf büyüğünün ve kaynağın vahdet-i vücûd hakkındaki düşüncelerini; bunun yanında Berkeley, Descartes, Spinoza ve Hegel gibi isimleri ve bu isimlerin düşünceleriyle nerede durduklarını değerlendirir. Daha önce İbn-i Arabî’de Varlık Düşüncesi adıyla yayımlanan kitabın bünyesinde bulunan Vahdet-i Vücûd risâlesi, şimdi Mustafa Kara’nın sadeleştirdiği hâliyle ayrı bir eser olarak okura sunuluyor.
-
Vahiy ve Peygamber (s.a.s)
Allah ile beşer arasındaki iletişim yollarından biri ve en önemlisi peygamberlerin aldığı vahiydir. Peygamberler, Yüce Allah’ın bu mesajını insanlara bildirmek üzere seçilen özel insanlardır. Hz. Muhammed’in (sas), Hira Dağı’ndaki küçük mağarada aldığı ilk vahiyden vefatına kadar geçen süreçte mesaj, bazen uzun, bazen de kısa pasajlar halinde geldi. Vahyin yirmi üç yılda peyderpey gelmesinin hikmetlerinden biri, Allah Elçisi’nin (sas) muhatap olduğu toplumun vahyi sindirmesi, vahyin mihmandarlığında toplumsal ilişkilere çeki düzen verilebilmesi için fırsat bulunmasıdır. Allah’ın koruması altında olan vahiy, bizzat Hz. Peygamber (sas) tarafından görevlendirilen kâtipler tarafından yazdırılmış ve onun hayatında kısmen ya da tamamen birçok insan tarafından ezberlenmiştir. Allah Elçisi (sas); sohbet, hutbe ve hitabelerinde Kur’ân’dan âyet ve sureler okuyarak vahyi insanların zihin dünyasına hâkim kılıyordu. Ayrıca karşılaşılan sorunların çözümünde vahyin yol göstericiliğine müracaat ediliyordu. Böylece vahiy, Allah Elçisi’nin (sas) hayatında en güzel örneği görülen, nebevî toplumu şekillendiren ve İslam medeniyetini oluşturan ana unsur oldu.
-
Vakti Kuşanmak
Harama ayarlı bir hayatın içinde müminler için bir esenlik yoktur.
Kişisel tercihlerin, cemaate özgü tercihlerle bütünleşmemesi bir dağılma ve erimeye yol açmaktadır. Kişisel tercihlerle kalmak, her şeyin ve herkesin kölesi olarak kalmak demektir.
Kişi sürü olmaktan kurtulmak istiyorsa, güçlerin buyrukları doğrultusunda bir hayatı ve bir dünyayı işaret eden kitle haberleşme araçlarını izlemekten kurtulmalıdır.
Batıla ait bir yöntemle, hakikatin sınırları çizilemez.
İmanın coğrafi anlamda bir yeri, yurdu ve uyruğu bulunmadığı gibi ilhâdın da bu anlamda bir yeri, yurdu ve uyruğu yoktur.
Sevmek bollukta ve darlıkta birlikte bulunmaktır. Sevmek, mutluluğu da mutsuzluğu da birlikte yaşamaktır. Sevmek, ölçüye ve tartıya vurmadan devamlı olarak vermektir. Sevmek bir karşılık beklememektir. Sevmek sonuna kadar inanmak ve sonuna kadar katlanmaktır.
Bütüne ayarlı bir dikkat ve çaba, geçici ve sınırlı özgürlüklere itibar etmeyecektir.
Gönlünüzü veriyorsanız daha güzel bir gönül kazanacaksınız. Vaktinizi veriyorsanız daha güzel vakitler kazanacaksınız. Kazandıklarınızın güzellerinden veriyorsanız, size bunların daha da güzelleri verilecektir. Hangi şeyi veriyorsanız bunun yerine size daha yenileri verilecektir. Kardeşlik ve dostluk verirseniz, kardeşlik ve dostluklar bulacaksınız. Allah’ın sizleri üzerinde vekil kılmış olduklarından verdikçe, yeni nimetlere de vekil kılınacaksınız.
-
Van Gogh / Arkadaşım Vincent
Merhaba! Ben Paula… Belki inanmayacaksınız ama ben Van Gogh’un arkadaşıyım ve size bu büyük ressamla birlikte yaptıklarımızı anlatacağım.
Kitabın sayfalarını çevirdikçe ünlü arkadaşım hakkında ilginç şeyler öğrenecek, bir yandan da resim sanatının en büyükleri arasında gösterilen Vincent Van Gogh’un çizdiği tabloları göreceksiniz. Ayrıca kitabın sonunda sizlere onun tarzı ve benimsediği sanat akımı hakkında bilgi de vereceğim.
-
Var Mısın? Güçlü Bir Yaşam İçin Öneriler
GÜÇLÜ BİR YAŞAM İÇİN DOĞAN CÜCELOĞLU’NDAN TAVSİYELER… “Gençliğimde gergin, stresli, mutsuz günlerim çok oldu. Kendimi suçlu hissettiğim, değersiz gördüğüm dönemler yaşadım. Şimdi hayatım anlamlı, coşkulu ve şükür duygusuyla dopdolu… Neden? İçinde yaşadığım koşulların iyileşmesinden mi? Geliştirdiğim farkındalıkların sonucu mu?” Doğan Cüceloğlu Doğan Cüceloğlu, yalnızca psikoloji kariyeriyle değil, insan hayatına dokunan ve insana dair her hikâyeden şifa çıkarabilen bilgeliğiyle bu coğrafyanın en önemli ilim insanlarından biri. Seksen yılı aşkın ömrünün bir birikimi olarak, şimdi herkesin merak ettiği “hayati” sorulara en samimi cevaplarını sunuyor. Herkes gibi aslında o da hâlâ savaşıyor, keşfediyor, hayata değer katıyor. Hayatın anlamı nedir? İnsan kendini nasıl geliştirir? Umutsuzluk nasıl aşılır? İçimizdeki öz nasıl ortaya çıkar? Çevremiz bizi nasıl etkiler? Kime akıl danışılır? Yaşam neleri ödüllendirir? Zihin nasıl işler? “Biz” olmak için neler yapılmalıdır? Ömür yolculuğunda neyin önemli olduğunu anlamak, keşif ve merak duygularına sahip çıkmak bir hayatı “kıymetli” kılmak için en önemli meziyetler arasında. Elinizdeki rehber niteliğindeki kitap, yaşamı boyunca bu meziyetlerin peşine düşmüş ve her ânına onları ilmek ilmek işlemiş Doğan Cüceloğlu’nun, Deniz Bayramoğlu ile sohbetlerinden oluşuyor ve herkese şu soruyu soruyor: “Zorluklarla başa çıkmaya, içindeki gücü keşfetmeye VAR MISIN?”
-
Varlık Mertebeleri
“Varlık mertebeleri doktrinini anlamak için öncesinde herhangi bir şeyi mütalaa etmeden her şeyin en asli mefhumuna, yani külli İmkân ile ilişkisinde tasavvur edilen metafiziksel Sonsuzluk mefhumuna dönmek lazımdır. Onu tanımlayan terimin etimolojisine göre Sonsuz, hiçbir sınırı olmayan demektir.” Bu eser, çağımızın en büyük metafizikçilerinden biri olan René Guénon’un, metafiziğin en saf ve temel bahislerine dair kaleme aldığı üçlemesinin sonuncusudur. Diğer ikisi, sırasıyla Vedanta’ya Göre İnsan ve Hâlleri ve Haç Sembolizmi isimli eserlerdir. Guénon bu eserinde, diğer iki kitabında Hint Geleneği ve Hristiyanlık üzerinden anlattığı metafizik bahisleri, hiçbir Gelenek’i kalkış noktası almayarak evrensel bir dille sunmaktadır. Bu üç eser, metafiziğe dair en temel hakikatlerden bahsettiği için Guénon külliyatında ayrı bir öneme sahiptir. Guénon bu eserinde metafiziksel düzeni ve bu düzenin ilahi hiyerarşilerinin çoklu tezahürlerini sunarak Büyük Varlık Zinciri’nin halkalarını ustalıkla izah eder. Varlık ve Varlık’ın ötesinde olana yönelik saf marifete (jnana) ulaşmanın Kurtuluş Yolu olduğunu gösterir. Böylelikle modern dünya eleştirmeni, sembolizm üstadı, karşılaştırmalı dinler uzmanı, kadim sırlar araştırmacısı, manevi yenilenmenin davetçisi Guénon gider, geriye yalnızca Hakikat kalır.
-
Varlık ve Hece
Kitap kemiyetten çok keyfiyetin dünyasıdır. Hecelerin sessiz rakslarının dünyasının sonsuz şarkısıdır kitap… Sadece nazariyelerin sesi değil… Üstelik nazari yani teorik fikirler tabiatın sesli üçgenidir. Unutmayalım geometri daha çok, çok sesli bir işaret, bir ayet olan tabiatın mücerret ifadesidir. Tabiat kâh açık kâh kapalı bir kitap… Uçsuz bucaksız bir bilgi örgüsünün, manzumesinin sır manzumesidir. Sırrını sadece kendisini okuyana, dinleyene, dikkatlice nazar edene, soru sorana, düşünene açan, okuyunca sizi de düşünce dünyasına götürecek bir kitap.
-
Varlık ve İdrak Molla Sadra’nın Bilgi Tasavvuru
İbrahim Kalın’ın Molla Sadrâ ve bilgi meselesine yönelik enfes tahlili, bu son derece önemli düşünür ve mesele bakımından gerçekten çığır açıcı nitelikte. Kalın, İşrâkî düşünceyle alakalı açıklamaların anlaşılmasını güçleştiren teknik jargondan mümkün olduğunca kaçınarak, Molla Sadrâ’nın meşgul olduğu bağlamı açık ve anlaşılır bir biçimde ortaya koyuyor. İbrahim Kalın, Molla Sadrâ’yı epistemoloji konusunda ciddi bir şarih ve epistemolojiyi ise İslâm felsefesinde daimi bir araştırma konusu olarak sunuyor ve bir bütün olarak İslâm felsefesi alanında Molla Sadrâ’nın rolüne ilişkin tam bir fikir elde edebilmemizi mümkün kılıyor. Kitap, bu önemli düşünüre ilişkin anlayışımızı daha yüksek bir düzeye çıkarıyor. Bu çalışmanın kısa sürede temel bir referans eser olacağında kuşku yok. Oliver Leeman Varlık ve İdrak, genelde İslâm bilimleri özelde ise İslâm felsefesi alanlarında takdire şayan yeni bir soluğun ortaya çıkışını müjdelemekte. İslâm felsefesi alanında hem Batı hem de Doğu’daki okullarda eğitim alan İbrahim Kalın, geç dönem İslâm düşüncesine ilişkin bilgilerimize önemli bir katkı sağlama yetkinliğine sahip. Ayrıca bu eser, Sadrâ üzerine yazılan eserlere de önemli bir ilave niteliğinde. Kalın’ın kitabı, Molla Sadrâ düşüncesinin mükemmel bir analizini sunmanın yanında Sadrâ’nın varlık ve modaliteleri bağlamında bilgi kavramını nasıl ele aldığını da ortaya koyuyor. Dahası, Sadrâ’nın diskursif felsefe ve İşrâkî bilgiyi ustalıkla birleştirmesinin, geleneksel İslâm felsefesinin başlıca akımlarına dair önemli bir sentezi nasıl temsil ettiğini de gözler önüne seriyor. Seyyid Hüseyin Nasr Mollâ Sadrâ, “vahyedilmiş bilgi (Kur’an), felsefî ispat ve tahakkuk etmiş ya da mistik bilgiyi birleştirme” çabası bakımından İslâm entelektüel geleneğinin yedi asrını özetlemektedir. İbrahim Kalın, bu çığır açıcı eserinde Molla Sadrâ’nın arayışının “varlık ve nedensellikten kendini ve Tanrı’yı bilmeye kadar klasik ve ortaçağ felsefesinin tüm seyrini kapsadığını” ortaya koymak için zengin Yunan şerh geleneğini ayrıntılı bir biçimde ele almaktadır. Molla Sadrâ, her biri bizi farklı varlık tarzlarıyla birleştiren çeşitli biliş biçimlerinde sergilenen yaratılmış varlık derecelerinde, yaratıcının baki, ancak esrarengiz veçhesinin tefriki yoluyla epistemolojiyi metafiziğe dayandırmaktadır. Kalın’ın bu harikulade eseri, Sadrâ’nın varlık merkezli bir metafizik ve epistemolojiyi geç dönem İslâm felsefesinde yeniden inşa etmek için takip ettiği yolun izini sürmektedir. David Burell
-
Varlık ve Zihin İslam Felsefesinde Zihni Varlık Sorununa Metinlerle Bir Giriş
Ontolojiden epistemolojiye, zihin felsefesinden mantığa kadar felsefenin pek çok alanıyla ilişkisi ve irtibatı bulunan zihnî varlık kavramı, felsefe tarihinde ilk kez İslâm filozofları tarafından ortaya konulmuş ve geliştirilmiştir. Bu kavramın tarihsel gelişiminde, tevârüs edilen daha önceki birikimlerle birlikte özellikle Fârâbî, İbn Sînâ, Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî ve Fahreddîn er-Râzî gibi filozofların belirgin bir yeri vardır. Râzî sonrası tarihî süreç yakından incelendiğinde ise bilhassa Ali Kuşçu, Devvânî, Kemalpaşazâde, Taşköprîzâde, Mirzacan Habîbullah, Molla Sadrâ ve Gelenbevî gibi filozoflar tarafından yapılan tartışmalar, ortaya konulan teoriler ve ayrıntılı analiz ve eleştirilerle birlikte zihnî varlık kavramının tam anlamıyla bir yetkinlik çağını yaşadığı gözlenir. Varlık ve Zihin öncelikle Antik Yunan’dan İslâm dünyasına uzanan süreçte zihnî varlık kavramının ya da bu kavrama ilişkin imaların ve içerimlerin izini sürmekte ve felsefe tarihi içerisinde İslâm filozoflarının bu kavramı ilk kez nasıl ve ne şekilde var ettiğini göstermeye çalışmaktadır. Bu amaçla kitapta zihnî varlık kavramının ve sorununun temel çerçevesini çizen İbn Sînâ’dan başlayarak Mustafa Şevket Efendi’ye kadar uzanan süreçte zihnî varlık teorisinin gelişimi ve kazandığı boyutlar, temsil gücü yüksek çok sayıda metin üzerinden ortaya konmaktadır.
-
Varlık, Bilgi, Hakikat (Mişkatü’l-Envar)
Gazzâlî’nin Mişkâtü’l-envâr’ı, onun, temelde, kelâm, felsefe ve tasavvuf çerçevesinde geçen entelektüel serüveninin en dikkate çekici ve son ürünlerinden birisidir. Bir dostunun, “Allah göklerin ve yeryüzünün nurudur” (en-Nûr 24/35) âyetindeki sembolik anlatıma dair sorusu üzerine bu eseri kaleme alan Gazzâlî, sadece bir te’vil teorisi ortaya koymamakta, bize epistemolojik ve psikolojik verilerle temellendirilmiş bir ontoloji teorisi sunmaktadır. “Nur” kavramı bağlamında geliştirdiği ve Tehâfütü’l-felâsife başta olmak üzere pek çok eserinde şiddetle eleştirdiği İbn Sînâ felsefesinden derin izler taşıyan bu teori, Sühreverdî ve İbnü’l-Arabî gibi mistik ve tasavvufî yönelimlere sahip düşünürler için ilham kaynağı olmuştur.
-
-
Varolmanın Boyutları
W. Chittick, burada çevirilerini sunduğumuz makalelerinde İslam’ı (ve tasavvufu) içeriden gözlemleyen ve onu olduğu gibi anlatmaya çalışan bir Batılı kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Açıkça görüleceği üzere, Chittick, ele aldığı ve tartıştığı konuları felsefi, teolojik ve tasavvufi bağlamlarına oturtmakta çok büyük bir başarı sergilemektedir. Yine, anlaşılması son derece zor olan tasavvufi konuları açık ve sade bir dil ile anlatması hem tasavvufi öğretilere vukufu, hem de bu konularda gösterdiği titizlik açısından, takdire şayan bir husustur. Bu bakımdan onun çalışmalarının, genel olarak tasavvuf ve özel olarak vahdet-i vücud konusunda Batı’da ve İslam dünyasında karşılaştığımız yanlış anlamaların giderilmesinde önemli bir katkısı olacağı kanaatindeyiz.
-
-
Ve’l – Asr
“Nankör ve müstağni insanın bilmedikleri yanında bildikleri de var. O neyi, nerede ve nasıl yapacağını bilir. Ama yaptıklarının sebebini sordurtmaz. Niçin sorusunu soranlara düşmanlık gösterir. Çünkü yaptıklarının kendisine verilenleri kötüye kullanmak suretiyle yapıldığının ayan beyan oluşuna katlanamaz. Hümanizm böyle bir istiğnadır, bize hakkı tavsiye etmez, çünkü yanmamış evi ulular, yüceltir; bize sabrı tavsiye etmez, çünkü biz evi yanmış olanlara katılmaya, yanmayan evden bizim hissemize düşeni vermeye hiç niyeti yoktur.”
-
Veba
Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında Veba’dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus’nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır. Veba, insanın ve ışığın şiiridir. Bu şiirde renkler alabildiğine koyu, ancak yazarın sesi o denli umut doludur. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını tüm Oranlıları ilkin umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand’ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese bir güç ve umut kaynağı olur. İşte Camus’nün insana bakışı ve inancı bu noktada karşımıza çıkar.
-
Veba Geceleri
Orhan Pamuk’un üzerinde 5 yıldır çalıştığı Veba Geceleri, 1901 yılında 3. Veba Pandemisi döneminde Osmanlı’nın 29. Vilayeti Minger adasında geçiyor. Hem sürükleyici bir siyaset ve aşk romanı hem de Pamuk’un salgın, karantina, devlet ve birey konularını bir masal havasıyla tartıştığı bu tarihi roman, konusuyla yaşadığımız günlere de ışık düşürüyor. 1901 baharında Osmanlı İmparatorluğu’nun 29. vilayeti Minger Adası’nda veba salgını baş gösterince Sultan Abdülhamit önce Sağlık Başmüfettişi kimyager Bonkowski Paşa’yı, onun arkasından da genç ve başarılı Doktor Nuri’yi salgını durdurması için adaya gönderir. Padişah kısa bir süre önce genç doktoru, sarayda hapis hayatı yaşattığı ağabeyi önceki padişah V. Murat’ın kızı Pakize Sultan ile evlendirmiştir ve Pakize Sultan da bu yolculukta kocasına eşlik etmektedir. Adada ise genç ve milliyetçi Osmanlı subayı Kolağası Kâmil, onun âşık olduğu adalı Zeynep ve her şeye yetişmeye çalışan Vali Sami Paşa ile güzel sevgilisi Marika vardır. Karantina yasaklarına itaat edilmesi için çaba harcayan bu insanların vebayla, adadaki geleneklerle ve sonunda birbirleriyle ve ölüm tehditleriyle savaşının ve yaşadıkları aşkların hikâyesidir Veba Geceleri. “Pamuk yaşayan en büyük yazar.” -LE POINT, FRANSA “Pamuk, en iyi kitaplarını Nobel’den sonra yazan eşsiz bir yazar.” -THE INDEPENDENT, İNGİLTERE “O ne bir ideolog, ne bir siyasetçi, ne de bir gazeteci. Orhan Pamuk büyük bir romancı.” -THE NEW YORK TIMES, ABD
-
Vergessene islamische Geschichte
Vergessene Islamische Geschichte – Was die muslimische Zivilisation einst war und was sie wieder werden kann
Der Islam war eine der mächtigsten religiösen, sozialen und politischen Kräfte der Geschichte. Ausgehend von den Ursprüngen in Arabien dehnte sich in den letzten 1400 Jahren eine Reihe muslimischer Gemeinwesen und späterer Imperien aus, um Gebiete und Völker zu kontrollieren, die sich schließlich von Südfrankreich bis Ostafrika und Südostasien erstreckten.
Doch viele der Beiträge muslimischer Denker, Wissenschaftler und Theologen, ganz zu schweigen von Herrschern, Staatsmännern und Soldaten, wurden bisher verdrängt.
Dieses Buch rettet einige dieser Persönlichkeiten und Institutionen vor dem Vergessen und der Vernachlässigung und bietet dem Leser eine neue Erzählung dieser verlorenen islamischen Geschichte. Die Umayyaden, Abbasiden und Osmanen tauchen in der Geschichte ebenso auf wie das muslimische Spanien, die Savannen-Königreiche Westafrikas und das Mogulreich sowie die spätere europäische Kolonisierung muslimischer Länder und die Entwicklung moderner Nationalstaaten in der muslimischen Welt.
Der Einfluss des islamischen Glaubens auf den wissenschaftlichen Fortschritt, die sozialen Strukturen und die kulturelle Entwicklung wird gebührend gewürdigt, und der Text wird durch Porträts von Schlüsselpersönlichkeiten, Erfindungen und wenig bekannten historischen Ereignissen ergänzt.
Die Geschichte des Islams und der Muslime der Welt vereint verschiedene Völker, Geografien und Staaten, die alle in eine Erzählung verwoben sind, die mit Mohammed beginnt und bis heute andauert.
Über den Autor:
Firas Alkhateeb ist Doktorand in islamischem Denken und interessiert sich für die postklassische ?anafi-Rechtstheorie im Osmanischen Reich und ihre Überschneidungen mit Theologie und politischer Theorie. Er interessiert sich besonders für die Art und Weise, wie osmanische Juristen des 14. Jahrhunderts sich selbst und ihre Arbeit in Bezug auf die bestehende vor-osmanische und vor-mongolische ?anafi-Tradition verstanden.
Er besitzt einen B.A. in Geschichte von der University of Illinois at Chicago und einen M.A. in Middle Eastern Studies von der University of Chicago, wo er eine Masterarbeit über die Rechtstheorie des osmanischen seyhülislam Ebu’s-Su?ud mit dem Titel “Post-Classical ?anafi Legal Theory: The Cash Waqf in Relation to the Ottoman State”. Er hat auch die islamischen Wissenschaften mit Gelehrten der islamischen Tradition in Chicago und Istanbul studiert.
Firas hat einen Hintergrund in der Sekundarschulbildung und arbeitete fünf Jahre lang als Geschichtslehrer an einer High School, bevor er an die University of Chicago kam. Während dieser Zeit schrieb er einen einführenden Text über islamische Geschichte für Highschool-Schüler mit dem Titel “Lost Islamic History: Reclaiming Muslim Civilization from the Past”.
Firas Alkhateeb hat einen Master-Abschluss in Nahost-Studien mit einer Spezialisierung auf islamische Geistesgeschichte von der University of Chicago. Er unterrichtete zuvor islamische Geschichte an der Universal School in Bridgeview, Illinois, und lehrt und studiert derzeit an der Darul Qasim in Chicago.
-
Viva La Muerte! / Yaşasın Ölüm!
Or’da Kimse Var mı?” dörtlüsü, azgın iştahların beslediği cehaleti şehvetle bağrına basan Türkiye toplumunun kıydığı bir aydının, Günay Rodoplu’nun öyküsü.
Alev Alatlı, “Bu toplumda ‘biliyor olmak’ mutlak surette bir haksızlığa maruz kalmak demektir.” diyor. “Çünkü bilgi borçlandırır, ‘anlamak’ zorunda bırakır. Cahil, acıma duygusu uyandırır. Yıkıcılığı bağışlanır. Bu, onların lüksüdür. Oysa, aydın, bilgilenmek gibi bağışlanmaz bir suçtan müebbeden mahkum edilmiştir. Bastığı yerde ot bırakmayan cahili vicdanının demir parmaklıkları arasından seyreder.
” Günay Rodoplu’nun hayatındaki trajik, boyut bilgidir. Hayatını, Lao Tzu ile, Hazreti Muhammed’le, Kropotkin’le, Marks’la, Baudelair’le, Albert Schweitzer’le, Kazancakis’le paylaşmasına bakılırsa bu dünyadan değildir. Ama bu dünyaya dair çok bilgi edinmiş bir insanın sorumluluğu altında ezilir, pasifize olur. Türkiye insanının hoyratlığına yenik düşer. “Ve iyilik buradan çıkar. İyilik, dayatılan haksız, yanlış ve çirkin oyun oynamayı reddetmekten çıkar.”
“Viva, La Muerte!” Yirminci yüzyılın son otuz yılında Türkiye insanının ortak ruhunu çözümleyen, yer yer belgesel nitelikli dörtlünün ilk romanı.
” Alatlı “Türkiye bugün okumazsa, yarın mutlaka okuyacaktır.” diyor ve sesleniyor, “Or’da kimse var mı?” -
Viyana Günleri
On seneyi aşkın bir zamandan beri Viyana gurbetinde yaşadım. Gerçi zaman zaman Türkiye’de bulunan ailemi görmek için İstanbul’a gidiyordum. Ama bu gidişlerin bir dönüşü olduğu için, gözüm arkada kalmıyor değildi. Ailem, çocuklarım ve torunlarımın hasreti bana zor
gelse de, yüklendiğim misyon beni güçlendiriyor, âdetâ sabır zerkediyordu beynime: Okumak için despot idareden kaçıp Viyana’ya gelen bu çocukları nasıl bırakabilirdim ki? Zaten onlar, benim Viyana’daki çocuklarım gibi olmuşlardı.