Peyami Safa’nın şaheserlerinden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Türk edebiyatında “insan ruhunun derinliklerinde ve labirentlerinde dolaşan ilk roman” olması ve hasta bir insanı ve onun psikolojisini ele alması bakımından önemli bir yere sahiptir. Birçok araştırmacı ve yazar tarafından Türk edebiyatında bir ilk kabul edilen Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Tanpınar dediği gibi, “acının ve ıstırabın yegâne kitabı” olarak hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından başka hiçbir eser olmasa da Türk romanının var olduğuna delil gösterilebilecek kudrette bir eserdir. Romanın genç kahramanı, ayağındaki rahatsızlıktan kurtulabilmek için sayısız doktora görünür ve en nihayetinde havadar bir ortamda, stresten uzak bir istirahat dönemi geçirmesi gerektiğine ikna edilir. Ancak, gerek akrabaları olan bir Paşa’nın Erenköyü’ndeki köşkünde misafir kaldığı dönemde, gerekse kendi evi ve hastaneye gidiş gelişlerinde şuurunu adeta bir facia atmosferinde yoğurur. Peyami Safa’nın çocukluk ve gençlik dönemlerinden fazlasıyla izler taşıyan roman, hem umudu ve umutsuzluğu, hem de sevinci ve felaketi aynı sayfalara sığdırabilmiş olması bakımından insanın eşsiz bir tarifini sunuyor.
Darülelhan’ın (Konservatuvarın) alaturka kısmında ud eğitimi alan Neriman, mensup olmakla iftihar ettiği Doğu kültürünü çok seven babası Faiz Bey’le on beş yaşından beri Fatih semtinde oturmaktadır. Yine bu semtte tanıştığı, babasına çok benzeyen ve Darülelhan’da kemençe eğitimi alan Şinasi ile yedi yıldır nişanlıdır. Bütün mahalle, tahammül sınırlarını zorlayan bu nişanlılık ilişkisinin evlilikle bitmesini beklemektedir. Ancak Neriman’ın Darülelhan’da tanıştığı Macit, onun içinde yer etmiş Batılı bir hayat yaşama isteğini uyandırır. Neriman, Beyoğlu’nda, Harbiye’de yaşanan ışıltılı hayat tarzına imrenerek yaşadığı muhitten, evlerinden, babasından, Şinasi’den ve hatta doğuyu temsil ettiğini düşündüğü kedisinden bile nefret etmeye başlar. Tramvay yoluyla birbirine bağlanan ama birbiriyle bağdaşması mümkün olmayan iki semt, Fatih ve Harbiye, aynı coğrafyada yaşanan bir kültür ve zihin geriliminin cepheleridir. Türk edebiyatının en üretken kalemi Peyami Safa, televizyon dizilerine de konu olan Fatih-Harbiye romanında toplumumuzun yaşadığı asrîleşme (çağdaşlaşma) sancılarına eşyalar, şahıslar, kurumlar ve mekânlar üzerinden ayna tutmaktadır.
Gençlik yıllarında Mevlânâ’yı tanıyan Annemarie Schimmel, hayatını, kendi ifâdesiyle, sadece İslâm tasavvufunun değil, genel olarak mistisizmin de bu en büyük şairine adamıştır. Bugün ise ilmi ve şahsiyeti Mevlânâ’nın yörüngesinde kemal derecesine ulaşmış bu büyük âlim, Avrupa’da ve hatta bütün dünyada Mevlânâ’yı en iyi bilenlerden biri, belki de birincisidir. Tercümesini sunduğumuz bu eser, hem Mevlânâ’nın dehâsını göstermesi bakımından hem de bizim fikir ve ruh iklimimizde kıvamını bulan büyük bir Avrupalı âlimin derinliğine işaret etmesi açısından fevkalâde önemlidir. Elinizdeki eserde Schimmel, Mevlânâ’nın semboller dünyasında seyahat ederek onun dünya görüşünü, aşk anlayışını, şiire bakışını ve dua hakkındaki ince fikirlerini kendi şairâne üslûbuyla sunmaktadır. Kitap baştan sona Mevlânâ’nın kullandığı sayısız mecaz ve espirilerle âdeta bir dantel gibi dokunmuştur. Mevlânâ hakkında yazılan her kitap şüphesiz bir kazançtır. Ancak Schimmel’in bu kitabı, Mevlânâ’nın bildiğimiz veya bildiğimizi zannettiğimiz fikirlerini yeni mânâ boyutlarıyla önümüze açmaktadır. O bakımdan bu eser, Mevlânâ’yı anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir kılavuzdur.
Çocuklara büyükannelerinin anlattıkları öykülerden başlayıp büyükbabaların babalarına, onların da atalarına kadar uzanan ve ‘Afrika’ denen siyah adamda son bulan uzun bir tarihsel araştırma, Amerikan kitap piyasasında satış rekorları kıradursun, yazarı Alex Haley’e de ‘Pulitzer Roman Ödülü’nü kazandırdı ve günün adamı yaptı. Haley’in Roots (Kökler) adlı bu yapıtı, bir süre önce, ABD televizyonlarında 12 dizilik programlar hâlinde yayımlanmış ve rekor düzeyde seyirci toplamıştı. İlk, 1976 Ekim’inde yayımlanan Roots bugüne kadar 14 baskı yaptı. Son kez piyasaya çıkarılan bir milyon baskı da mart ayı içinde kapışıldı. Haley, kendisine Pulitzer Ödülü’nü kazandıran yapıtı hakkında şunları söylüyor: ‘Roots’un doğumu kolay olmadı. Tam 12 yılımı aldı. Bu arada 1 milyon kilometre yol katettim. Bu yapıtla, ‘Afrikalı’ ve ‘Siyah Amerikalı’nın adı da dünya tarihine gerçek yönüyle yazılmış oldu. Kunta Kinte; Batı Afrika’nın Juffure yöresinden 1767 yılında, 16 yaşında kaçırılıp Amerika kıtasına, Virginia tarlalarına sürülen bu Afrikalı, bugüne kadar peşinden altı nesil koşturdu. Bunlar sırasıyla kölelik, çiftçilik, nalbantlık, değirmencilik, tren yolu işçiliği, kapıcılık, avukatlık, mimarlık yaptılar ve sonunda yazar oldular. İşte o yazar benim.’ ” ‒Milliyet Gazetesi “Kökler, bir ırkın ezilişinin serüvenidir. İki yüzyıldan beri direnen, horlanan, aşağılanan ama gene de dimdik yaşayan kara derililerin öyküsü. Yalnızca köle gözüyle bakılan ve sömürülen bu ırk kimi zaman aşağılanmaya teslim olmuş, aşağılayanlara baş eğmiş kimi zaman da dinin rahatlatıcı atmosferine sığınmıştır.” ‒Doğan Hızlan Artık her gece milyonlarca Amerikalı televizyonlarının karşısındaki koltuğa âdeta mıhlanıyorlar. Atalarının kara derili vatandaşlarına yaptıkları zulmü utançla seyrediyorlar. Kimi eleştirmenlere göre ‘Rüzgâr Gibi Geçti’nin 21 milyonluk rekorunu ‘Kökler’ kıracak.” ‒Time “New York Times’ın Bestseller listesinde 50 hafta en çok satanlar arasında kalan Kökler’de Alex Haley, zenci kölelerin öyküsünü anlatıyor. İnsan, ırkçılığa karşı duyulan nefretin ve insan avının bu denli edebî bir pırıltı içinde verildiğini görünce, ‘Bu kitap Mallarmé’nin bir şiirinden ya da Proust’un bir yazısından daha mı az şiirsel?’ diye sormaktan kendini alamıyor.” ‒Der Spiegel “Umut ülkesindeki, umutsuz insanları anlatan Kökler, Fransa’da hâlâ en çok satan kitaplar listesinde 1 numara. Alex Haley yıllarca süren bir araştırmanın ürünü bu yapıtı ile birçok ödüller kazanmaya adaydır.” ‒L’Express
İkbal ve Schimmel tasavvufta bulundukları mevki itibariyle birbirlerine çok benzerler. Çünkü ikisinin de ruh eğitimcisi tasavvufun kutup yıldızı Mevlânâ Celâleddin Rûmi’dir. İkisi de hiçbir zaman onun yörüngesinden çıkmamışlardır. Bunun haricinde ikisinin de Doğuda ve Batıda beslendikleri şiir, mistisizm, metafizik, sanat ve tefekkür kaynakları, küçük nüanslar bir tarafa bırakılırsa, neredeyse aynıdır. Sözgelimi Muhammed İkbal’in hayran olduğu, Faust’unu “ferdîleşmiş insanlık” (individüalisierte Menscheit) olarak kabul ettiği Goethe, Divina Commedia’nın şairi Dante, Nietzsche, Bergson ve Massignon gibi birçok Batılı dehâ, Annemarie Schimmel’in de şahsiyetini hazırlayan büyük düşünürlerdir.
Allame İkbal’i âlim bir muhibbînin, Prof. Dr. Annemarie Schimmel’ın kaleminden okumak, aynı zamanda iki poetik ruhun ipek kanatları üzerinde bir haz âlemine kanatlanmak olsa gerektir.
devamını oku
Gülsarı, cins ve ünlü bir yorga atın adıdır. Yazar, korkunç bir duygudaşlık yeteneğiyle bir yandan Gülsarı’nın doğumundan ölümüne kadar geçen fırtınalı hayat macerasını, diğer yandan onun biricik yetiştiricisi Tanabay’ın çilesini anlatır. Tanabay can çekişen sevgili atının başında geçmişiyle hesaplaşır. Kendini devrime, mutlu yarınlara adamış, ama siyasi rejim onun ömrünü mutsuzluklar ve sıkıntılar içinde geçirmesine sebep olmuştur. İçerisinde yaşadığı toplum değişim adı altında bütün değerlerini kaybetmiştir. Aytmatov, kendine özgü anlatım tarzı ve etkileyiciliği ile hikâyenin geçtiği tabiatı betimliyor, Kırgız – Kazak Türklerinin töre ve folklorunu ebedileştiriyor.
Ünlü yazar Aytmatov’un bu son romanı, aslında “Gün Olur Asra Bedel” adlı romanın içinde yer alması gereken ve onu tamamlayan uzunca bir bölümdür. Fakat, on yıl kadar önce kaleme alınan o eserde, KGB’yi en çarpıcı örneklerle en ağır bir şekilde suçlayan bu bölüme izin verilmemiş, ya da Aytmatov bunu, “Dişi Kurdun Rüyaları” adlı daha sindirici romanını yazdıktan, bugünkü ortama ulaşıldıktan sonra ayrı bir roman halinde yayınlama fırsatını beklemiştir.Bugün heykelleri yıkılmakta olan Dzerjinski’nin kurduğu KGB için iktidar, daha doğrusu bu örgüt, hiç söndürülmeden yanması gereken bir sobadır. Bu sobanın yakıtı yalnız insandır. Yaş, kuru ayrımı yapılmadan insanlar yakılacaktır ki soba sönmesin…Bu romanında Aytmatov, “Gün Olur Asra Bedel”in kahramanlarından biri olan öğretmen Kuttubayev’in nasıl öldüğünü anlatıyor. Oysa, sözünü ettiğimiz büyük romanda resmi makamlar onun kalp sektesinden öldüğünü bildirmişlerdi.Kuttubayev’i suçlayan askerî savcı (KGB) en önemli delil olarak onun, Cengiz Han’la ilgili bir efsaneyi kaleme almış olmasını gösteriyor. Bu efsane, Avrupa’yı fethe giden Cengiz Han’ın Sarı – Özek’ten geçerken iki sevgiliyi idam ettirmesi olayıdır. Bu, hem çok güzel bir aşk hikâyesi hem de “diktatör karşısında bireylerin durumu” gibi evrensel bir konunun işlenmesidir. Anlatan Aytmatov olunca, orada, masal ve efsane aracılığıyla geçmişimizi, günümüzü hatta geleceğimizi apaçık görebiliyoruz.
Yürek paralayan, tüyler ürperten bir haykırış…. Geçmiş, bugün ve yarın; bilim-kurgu, gerçek ve efsane bir arada gözler önüne serilir… Derin ve temiz aşklar, efsane ve masallar, KGB’nin acımasız uygulamaları, okuru heyecandan heyecana sürükler. Birbirinden ilginç ve sürükleyici konular ustalıkla bütünleştirilerek sunulur. “Mankurt hikâyesi bu eserle kültürümüze mal edilir. Yedigey, ölen emektar arkadaşı Kazangap’ın cenazesini mezarına götürürken, kendisinin ve milletinin geçmişini, acı-tatlı, düşündürücü yanlarıyla bir bir gözlerinin önünden geçirir. O gün “asra bedel bir gün olur.
Erkekleri askere alınan köylerde geride kalanların çektiği sıkıntılar etkileyici bir üslupla anlatılır. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, yine gidenler, ayrılıklar, gözyaşları… Yani tek kelimeyle ve bütün zulmetiyle; savaş.
Masalla gerçeği birleştiren bir eserdir. Geçmişi temsil eden dede ile geleceği temsil eden çocuk arasında dramatik bir ilişki kurarak insan duygu ve düşüncelerine kendine has yorumlar getirilir. Adı eserde hiç geçmeyen çocuğun saf ve temiz dünyasından, hayatın acı ve çıplak gerçeğine uzanan bir roman kurgusu meydana çıkarılır. Aytmatov’un, edebiyat âleminde geniş akisler uyandıran, uzun yıllar tartışılan, verilmek istenen mesajla yaratılan tiplerin büyük bir uyum sağladığı eserlerinden biridir.
Bu kitap, yüz yılımızın önde gelen yazarlarından Cengiz Aytmatov’un büyük yankılar uyandıran son romanıdır. Aytmatov bu romanında iyi-kötü, ilahî adalet ve kader gibi çetin konuları sorgulamaktadır. İnsanın bu ezelî ve ebedî soruları, bir papaz okulu öğrencisinin düşüncelerinde, esrar kaçakçılarının, Kırgız çobanlarının ve kurtların hayat hikâyelerinde irdelenmektedir. İlahî kudretin varlığını sürekli vurgulayan, ama sorumluluğu insanda ve insanların ortak sorumluluğunda arayan çok çarpıcı bir olaylar örgüsü anlatılmaktadır. Dişi Kurdun Rüyaları aynı zamanda çok etkileyici bir ‘çevre romanı’dır. Aytmatov’un, kirletilen Kırgız bozkırları ve bozulan tabiat dengesi karşısında haykırışıdır.
Maşukuna “Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultânım” diyen ve bir sevgiliye nasıl hitap edilmesi hususunda âdeta ders veren Fuzûlî dedemizin, sevdiği insana bakarken yüreği titreyen ama bunu dile getirmekte zorlanan torunları hâline geldik. Pek çoğumuz fakülteler bitiriyor, diplomalara sahip oluyor, kariyer basamaklarında hızla ilerliyoruz; fakat iki kelâmı bir araya getirip de yüzüne bakmaya kıyamadığımız insana gönül alıcı bir kelâm edemiyoruz. Fuzûlî’den haberi olmayan, Şeyh Gâlib’i tanımayan ve dahi Nâbî tezgâhından geçmeyen neslimiz maalesef estetiğin hikmetle nasıl birleşip muhteşem bir kale hâline geldiğini bilmiyor. Bu eser, o muhteşem kaleye giden yolda bizlere birer işaret levhası olacak küçük; ama çok mühim hükümlerle dolu. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” diyen Yûnus’layın ömrümüzü boşa geçirmeden ve dost kervanını kaçırmadan sâhil-i selâmete ulaşmayı Mevlâ cümleye nasib eyleye.
Berceste Beyitler hazırlanırken şiirlerin Arap harfli Türk alfabesiyle yazımı, vezni, Lâtin harfleriyle yazımı, şairi ve günümüz Türkçesine aktarılmış hâlleri bir arada verildi. Bununla, kitabı eline alan okurun bir beyitle ilgili izah edilmesi gereken hemen her şeyi bir arada görmesi ve klâsik şiir deryasından bir nebze de olsa tatması amaçlandı. Türkçe şiirlerin yanı sıra zaman zaman Farsça şiir parçalarına da yer verildi. İnsanoğlunun müşterek yitiği olan hikmetin peşine düşülmeye çalışıldı.