Türkiye’de gerçekleşen 1960 darbesinden sonra gelişen süreçlerle birlikte 1969 yılında Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Konya’dan Bağımsız Milletvekili seçilmesiyle birlikte İslâmî mücadele, partileşerek siyaset sahnesi içerisinde kendine has bir metot geliştirmiştir. Bu süreç içerisinde Milli Görüş Hareketi olarak kendini tanımlayan, daha sonra Türk siyaset tarihinde Milli Görüş Partileri serüvenini başlatmıştır. Milli Görüş Partileri sırayla: Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi olarak Türk siyasetinin son 50 yılına damga vurmuştur. Elinize aldığınız bu kitap, Milli Görüş Hareketi öncesinde İslâmcılık olarak adlandırılan sürecin daha sonra Milli Görüş’e çevrilmesini ve ondan sonra verilen mücadele hakkında ayrıntılara girmeden yüzeysel olarak genel bilgileri ele almaktadır. Çalışmamız: Son yüzyılın İslâmcılıktan Milli Görüş’e geçiş sürecini ele alarak siyaset sahnesinde mütedeyyin siyaset anlayışının doğuşunu, gelişmesini ve kendi içerisinde yaşadığı kırılmaların tarihsel sürecini anlatmaktadır. İkinci kitap olarak size sunacağımız MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİNİN TEMEL PRENSİPLERİ kitabından önce okunması gereken bu kitap: İslâmcılık ve Milli Görüş Hareketi adına yazılmış kaynaklara dayanılarak hazırlanmıştır. Üç ana kitap çalışmamızın ilki olan bu çalışma temel olarak Recep Taha Engin’in Yüksek Lisans Tezinde yer alan ve çıkartılan konu başlıklarının eklenmesiyle hazırlanmıştır. Üç seriden biri olan bu kitabımız, daha sonraki süreçte MİLLİ GÖRÜŞ HAREKETİNİN TEMEL PRENSİPLERİ ve MİLLİ GÖRÜŞ PARTİLERİ ve SÖYLEMLERİ olarak sizlere sunacağımız bu kitaplarla da son bulacaktır
1969 yılında Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın Konya’dan Bağımsız Milletvekili seçilmesiyle birlikte Türk siyaset tarihinin son 50 yılına damgasını vuran Milli Görüş Hareketinin temel prensiplerini ele alan bu çalışmamızda hareketin adı olan Milli Görüşün açıklaması yapılmıştır. Bununla birlikte temel esasların girişi ve temel konu başlıklarına dayanarak hareketin tabiri caizse omurgasının tarifi yapılmış, hem yaratılış açısından hem Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları açısından belirlemiş olduğu temel çalışma metotlarına yer verilmiştir. Araştırma esnasında elde ettiğimiz veriler ışığında hareketin temelinde İslâm’ın dört hüküm esasının yani Kur’an-ı Kerim, sünnet, icmâ ve kıyasın hareketin omurgasını oluşturduğunu; her çalışma, usul ve esasında bu dört hüküm esasının çerçevesinde hareket ettiğini gözlemlemekteyiz. Özellikle de Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriere ters düşmeyen çalışma esaslarını kendilerine bir içtihat yolu olarak belirlediklerini söyleyebiliriz. Sizlere sunduğumuz bu eserde Milli Görüş Hareketinin Türk siyaset tarihinde son 50 yıldır taviz vermeden mücadele ettiklerini anlatmaktadır. Bu eserde Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın teşkilat içinde vermiş olduğu eğitimler ve külliyatındaki notlar, Milli Görüş partilerinde çeşitli kademelerde görev yapmış ve eğitimler vermiş Oğuzhan Asiltürk, İsmail Hakkı Akkiraz ve Muhittin Hamdi Yıldırım gibi önemli isimlerin de konferans notlarından faydalanılmıştır. Balgat Eğitim Merkezi tarafından hazırlanan Cihat İlmihali kaynak olarak çokça kullanılmış, faydalı olmuş, bu şekilde akademik seviyeye yakın bir düzeyde bu kitap hazırlanmıştır ve sizlere sunulmuştur
Dini, dili, mezhebi ne olursa olsun, Ortadoğu’da yaşayan Arap, Pers, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Maruni, Kıpti, Süryani, Ezidi, Sünni, Şii, Alevi.. herkes yeni bir Ortadoğu için el ele vermelidir. Tıpkı Avrupa Birliği gibi bir üst ‘Ümmet’ projesine ihtiyaç var. Nasıl ki Avrupa Birliği kendi içinde aynı kültüre sahip onlarca inanç, dil ve mezhebi barındıran Judeo-Grek-Hristiyan bir ‘Ümmet’ projesi ise Ortadoğu’da yaşayan Arap, Pers, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Maruni, Kıpti, Süryani, Ezidi, Sünni, Şii, Alevi… Herkesi içine alan; Ortadoğu’nun kendi tarihi ve medeniyetine dayanan yeni bir ‘Ümmet’ projesi. Çatısı hukuk olacak bir proje. Sözün özü; Ortadoğu’ya ya barış ve kardeşlik egemen olacak veya Allah göstermesin kıyamete kadar kan akmaya devam edecektir. Amerikalı Thomas Freidman’ın ‘Ortadoğu’yu tartışmaya başlayınca insanlar geçici bir süre için delirirler’ sözü müthiş! Cenab-ı Allah akıllarımıza mukayyet olsun! Allah dostu İbrahim Halil’in Çocukları’nın; onun bereketli sofrası etrafında; en kısa bir zamanda kardeşçe toplanmaları dileğiyle…
15 asra yakın bir zamandan beri nice alimler, arifler, aşıklar, şairler Resulullah (sav)’i anlatıp durdular. Sözler onunla anlamını buldu. Yazılanlar onunla değer kazandı. Şüphesiz O’nu en doğru şekilde Rabbimiz anlattı insalığa kelamında… O’nun için “Şüphesiz biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107) buyurdu. Bu çalışma Peygamber Efendimizin hayatının doğru bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olmak için yazıldı. Bu değerlendirmeleri yaparken sosyolojinin, psikolojinin, pedagojinin verilerinde de faydalanıldı.
Okumak bu hayatı, salt seyircisi olduğumuz, akışını izlediğimiz, şu veya bu hedeflere koşulduğurnuz ve çoğu kez tükenmesini beklediğimiz ve artık telafi etme şansına sahip olmadığımız hayatımızı yoğun-laştırır. Edilgenliği bükerek hayatın karşısında bir seyirci olmaktan bizi kurtarır. Vakit ya da para… Bunların bahaneler olduğunu hepimiz biliyoruz. Oysa sıradanlaşmaya karşı direnmek zorundayız. Geriye dönüp baktığımızda bir çölün boşluğuyla değil, bir serüvenin yoğunluğuyla ürpermeli yüreğimiz. Hayat aldırış etmez, gözlerimizin yaşına bakmaz. Öyle ya da böyle geçiverir… Ama geçen kendi hayatımızdır, kendi ölümümüzdür izlediğimiz… Bu hayat okumayanlar için ikinci sınıf bir hayattır.
O ilk mezar, ilk haşyet, ilk tapınma, ilk kurban, Altamira’daki resim, Brassempouy’daki Venüs, Âdem’in sınıraşımı, İbrahim’in sorgulamaları, Musa’nın “bana kendini göster” deyişindeki safiyeti, Platon’un düşleri, İsa’nın manevî derinliği, Muhammed’in cehdi, Mevlana’nın aşkı, Yunus’un vecdi, Beethoven’in yüreğinden geçenler, Van Gogh’un renkleri, Tolstoy’un tahayyülleri, Einstein’ın düşünsel dünyasının derinliği, Kurt Gödel’in denklemleri… Hepsi adımlayışlardır o ufku; arayışlar… Ve sadece bunlar bile, “iyi ki var bu insanlar, iyi ki yaşamışlar” dedirtmekte değil mi? Onlar olmaksızın bu kâinat bir çölden başka bir şey değildi. Ne mutlu bize ki, onların yaşamış olduğu bir dünyada yaşamaktayız; onlara tanıklar olarak!.. Kâinat ile Tanrı arasında beliren insanî bilinç, hem ayıran hem de birleştiren bir berzah olarak zuhur eder; yoksa her şey öylesine samed ve öylesine kendindedir ki… Tanrısal yaratıcılığın devinimi sessizce işler ve bilinmez hiç kimse tarafından. Ama insan bu çölsü ıssızlıkta bir vaha gibi belirir. Kimdir vaha; bu sessizliği bozan, bu yakıcı gün altında bir tanık gibi duran. Suyun ve ışığın çekildiği o koyu ve samedî gecede beliren kimdir? Vaha sanki de vahiydir. Tanrı’dan alınmış olan söz, kimileyin düş kırıklıklarına neden olsa da, umutlandırır Tanrı’yı da. Borç, alacağa dönüşmekte; cehennem cennet olmaktadır. Gizem ya da büyü, insanın aklının örttüğü değil, aydınlattığı bir sınırdurumdur. Tıpkı Güneş gibi. Ama akıl olmasa Güneş bile aydınlatamaz karanlığı. Tıpkı karanlıkta çakan şimşeğin önünü aydınlattığı insan meselinde olduğu gibi. Ama kimdir önü aydınlanan ve nedir çakan şimşek. Akıl kimi aydınlatır, insanı mı, Tanrı’yı mı, yoksa kâinatı mı? Karanlıkta kalan kimdir ve çöl nerede büyümektedir?
Robert Audi’ şiddeti psikolojik, fizyolojik ve mülkiyete karşı sergilenen tutum olarak tanımlar. Şiddetin, olumlu ve olumsuz yönleri bulunmaktadır. Olumlu örnekler; insanları, altında ezildikleri o ağır yüklerden, kendi giysisinin hafifliğine çağıran ve onları uyaran: “kim eline kılıç alırsa, kılıçla yok edilir”, diyen peygamberler ve bilge şahsiyetlerdir. Çünkü “dinde zorlama yoktur; muhakkak ki rüşd gayy’dan ayrılmıştır.” (Bakara, 256) Rüşd, yani akilane davranış ile gayy, yani bir insanın kendi edimlerini kendi aklıyla gerçekleştirebilme becerisi kazanmasıyla yakın bir anlama sahiptir. Ama bu, araçsallaştırılmış bir akıl değil, “kalp”le tahkim edilmiş bir akıldır. Cihad, akilane ve arifane bir bakışla yeniden değerlendirilmelidir. Cihad; hayatın içerisindeki tüm olumlu çabalarımız anlamına gelmektedir. Hasan Basri, Ömer b. Abdulazizz, Ebu Hanife “temekkün/temkin şartı” ve diğer imamlar mücadelelerinde hep sivil ve barışçıl bir direnme esası gözeterek, iktidar şiddetine karşı hak ve adaleti savunmuşlardı. Şiddetsiz hak mücadelesi, siyasal bir eylemi yıkıcı değil yapıcı bir eylem haline getirmeye özen gösterir. Gandi, birleşik bir Hindistan’ın bağımsızlaşması ve halkının özgürleştirilmesi düşüncesine karşı Nehru ve Cinnah’ın tavırlarıyla, yani onların iktidar kavgalarıyla da ölümüne kadar mücadelesini sürdürecektir. Gandi yönetimini, Tolstoy’un pasif (barışçı) direnme ve Thoreau’nun “sivil itaatsizlik”ten alır. Bu, Aliya’nın tabiriyle “nefssiz eylemve doğrulukra sebat”tır. Gandi, Müslüman direnişçi Abdülgaffar Han ile işbirliği ve gönül birliği yaparak, kötülüğe karşı barışçıl bir direnme örnekliği koyar. Gandi’nin yöntemi, İsa (as)’nın kötülüğe karşı iyilikle cevap verme tavsiyesinin bir uygulamasıdır. Bu kitap iki kahraman, “Mahatma Gandi ve Abdülgaffar Han”ın mücadelesini anlatıyor.
Farabi felsefe ve mantık alanında ortaya koyduğu yapıtlarıyla İslam Coğrafyasında hakikati kendisine dert edinmiş erdemli bir filozof örnekliği sunmaktadır. Dönemindeki dar görüşlü dini ve siyasi çekişmelere metafizik temalardan örülü uzak ufukları işaret etmiş; insanları ve toplumları idealize ettiği erdemli ülkesinde yasamaya veya bu erdemli ülkeden herkesin kendi çapında nasiplenmesine davet etmiştir.
Şimdi diyebilirsiniz ki yayın dünyasında namazla ilgili çok sayıda eser bulunurken neden böyle bir çalışmaya ihtiyaç duydunuz?
Doğrusu aynı düşünceden dolayı bu çalışmayı uzun süre erteledim. ‘’Bu konuda yazılacak her şey en güzel şekilde sunulmuşken acaba tekraramı düşerim ?’’ diye düşünüyordum… Ancak zamanla konuya bskışım değişti… ‘’Söz konusu olan namaz ise ne söylense, ne kadar yazılsa yinede azdır’’ sonucuna vardım.
Çünkü namaz, Allah’ı önemsemek ve öncelemektir… Allah merkezli bir yaşamın günlük temrinleridir…Namaz ilhi bir gündemdir… Tevhid,Allah’ı birlemektir, namaz ise Allah ile birlikte olmaktır… Namaz tevhidin eyleme geçmiş halidir… ya da imanın ete kemiğe bürünmesidir…
Namaz aradan çıkarılacak bir angarya değil, hayatın anlam ve amacıdır…
İslamın ruhu ve rayihasıdır namaz… Evet, namaz ne bir alışkanlık ne de üstümüzden atmamız gereken bir ağırlıktır… O bir anma, arınma ve adanma ameliyesidir… Namaz yük değil yüceliktir… Allah’a yakınlıktır…
devamını oku
Bu kitapla amaçlanan her şeyden önce Osmanlı tarihi dolayısıyla günümüzü anlama ve yorumlama çabasıdır. Tarih ise, gerek malzemenin çokluğu ve karmaşıklığı, gerekse yaklaşım açılarının farklılıkları nedeniyle ister istemez asla noktalanamayacak; sürekli yeniden anlaşılması gereken ve yaşadığımız sürece de devam edip değiştiği için tüm analizleri sonuçsuz bırakan, tabiri caizse muğlak ama bir o kadar da derinleştirilmeye müsait bir alandır. Bu ülkede yaşayan her sorumlu insanın, Osmanlı toplumu ve sonrasındaki altüst oluş hakkında bir bakış açısı geliştirmesi; Batı ve Doğu dünyası arasındaki ilişkilerin, çatışma ve uzlaşmaların mahiyetini kavraması ve buradan dersler çıkarması âdeta bir vecibesidir. İnsan olmaklığımızın önümüze koyduğu bu zorunluluk, bir “bilim”den ziyade bir bilince ulaşmanın ve bunun bize yüklediği sorumlulukları yüklenmemizin de bir gereğidir. Bunun ötesinde ise Fikret Başkaya’nın “Paradigma’nın İâsı”nda zikrettiği bir Afrika atasözünde dile getirildiği gibi: “Arslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar, avcılık öyküleri her zaman avcıyı yüceltecektir.”
Aydınlanmanın temel felsefi varsayımlarına göre şekillenmiş modern ve arkasından gelen postmodern dünyayı sürdürmek her zamankinden daha çok zorlaşmıştır. Ülkeler, sınıflar ve bölgeler arasında eşitsizlik giderek derinleşiyor; iç savaşlar, işgaller durmadı, mülteciler milyonları buldu; iklim ve çevre sorunları daha çok arttı: şiddet ve terör, ayrımcılık, ırkçılık, yabancı düşmanlığı hız kesmedi; salgın hastalıklar milyarlarca insanı bir anda tehdit eder hale geldi.
İslam dünyasının trajik durumu ortada: Din müntesipleri, mezhep taraftarları, ülkeler, etnik gruplar, yöneticiler ve yönetilenler, yoksullar ile zenginler, sivil gruplar, örgütler, kadın ve erkek birbiriyle çatışıp duruyor. Her bir grup diğerini ötekileştirme şeytanlaştırıyor.
Krizler bizi köklü bir paradigma değişikliğine zorluyor. Özgürlüğü, ahlaki erdemleri, adaleti ve karşılıklı ihtiramı esas alan küresel bir toplum sözleşmesine ihtiyacımız var. Bunun örneğini İslam’ın Peygamberi Medine Sözleşmesi’nde bize gösterdi. Modern ve postmodern zamanda insanın kendi varlığıyla, tabiatla ve hemcinsleriyle bozulan ilişkisine çözüm bulmadan, bu kriz ortamından çıkamayız.
Medine Sözleşmesi, Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünnet ve siretinde şekillenen mucizevi işlerinden biridir. Tarihi tatbikat ve bugünkü sorunları farklı okunduğunda, İslam dünyasındaki çatışmalara ve küresel düzeyde sürüp giden insani ve sosyo politik krizlere bir çözüm arayışıdır.
Sıra dışı iki insan…
Bir siyah… Bir beyaz…
Bir erkek… Bir kadın…
Bir engelsiz… Bir engelli…
Biri motosikletli… Diğeri tekerlekli sandalyede…
Biri mühtedi… Diğeri bildiğimiz Müslüman…
Biri Afrika’da… Diğeri Avrupa’da…
İki şahit… İki davetçi… İki dertli… İki dava delisi… İki adanmış… İki seferi… İki süvari…
Nevi şahsına münhasır iki şahsiyet…
Her birimizin zihnini uyaracak, kalbini titretecek, ruhunu diriltecek; iki nurlu sima, iki Rabbani öykü…
Modern dönemlerin iki duru ve diri davetçisinden bahsediyorum. Yalın ve yalnız ama yılmaz ve yorulmak nedir bilmez iki yüreğin yürüyüşünü paylaşmak istiyorum.
Maskesiz, makyajsız… İmaj ve prestij derdi olmayan… Safvetin ve samimiyetin simgesi olan iki isim… Bu iki isim aslında birer kişi değil adeta birer simge…
Yabancılaşmaya direnen, temsil ve tebliğ gücü yüksek iki yürek…
Musa Bangura ve Gülseren Gümüş…
İslami ve insani değerlerin, duyarlılıkların hızla aşındığı bir zaman diliminde yaşıyoruz… Toplumlar yönsüzlük girdabına sürükleniyor… Maddi ve fiziki gereksinimleri giderilen insan, “kutsal” olandan, “ilahi” olandan, “metafizik” olandan koparılıyor… Ve insan savunmasız… Özünden kopan… Başkalaşan, kendi olmayan birey, yabancılaşma sürecinde güvensiz.. Gönülsüz.. Yalnız ve soğuk… Kuşkulu ve doyumsuz… “Gönül” ve “güven” yıkıma uğradı… Akıl ve güç kutsandı…
İnsanoğlu ürettiği teknolojinin esiri… Sıcak ve samimi dünyaların yerni sanal dünyalar aldı… Yapay duruşlar… Mekanik ilişkiler… Dijital bir yaşam… Bencil duygular… Fırsatçı bakışlar…çıkarcı hesaplar… Çağdaş insanın yaşam felsefesi…
“Göçün ve Kentin Siyaseti -MNP’den SP’ye Milli Görüş Partileri-” başlığı altında 1969’da Prof. Necmettin Erbakan liderliğinde Milli Nizam Partisi (MNP)’yle başlayıp, bir koluyla Saadet Partisi (SP)’yle devam eden, diğer koluyla AK Parti’yle peşpeşe iki defa iktidar olan siyasi çizginin hikayesini konu edinir. Bu kitapta sosyolojik temel gelişmeler takip edilerek Milli Görüş hareketinin Türk siyasetini ve Türk siyasetinin Milli Görüş partilerini nasıl etkilediği anlatılmaya çalışılmıştır. Türkiye’nin yaşadığı tecrübe hem İslam dünyası için önemli bir kaynak hem “Batı-dışı modernleşme” için yol gösterici bir zenginliktedir.
Kürt Sorunu… Ülkemizin kanayan yarası… Sadece son 30 yılda 40 binden fazla cana mal oldu, binlerce köy boşaltıldı, milyonlarca insan yerinden oldu. Onlarca söz söylendi, kararsız bazı adımlar atıldı, ancak yeterli irade gösterilemedi, çabalar yarım kaldı.
Kalıcı ve gerçekçi çözüm bambaşka bir perspektif gerektiriyordu çünkü. Bölgenin hemen her karışını bilen ve hayatını bu sorunun çözümüne adayan ünlü Kürt aydını Altan Tan yılların birikimini kaleme aldı.
Altan Tan düşünce ve siyaset dünyasının aşina olduğu bir isim. 12 Eylül sonrasında insanlık dışı muamelelerin adeta karargâhı durumuna gelen Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde gördüğü işkence sonrasında hayatını kaybeden babası Bedii Tan’ın acısı belki de Güneydoğu ve Kürt sorununa farklı bir gözle bakmasına yol açtı.
Türkiye’deki muhafazakâr ve dindar hareketlerin Kürt Sorununa ısrarla uzaktan ve resmi görüş çizgisinden bakmaları Altan Tan’a göre sorunun kangren hale gelmesinin en önemli sebeplerinden biri. 1991 seçimleri öncesinde Güneydoğu’da ciddi bir destek devşirmiş, ümit verici bir zemin yakalamış olan RP’nin MÇP ile ittifaka girmesi sebebiyle ciddi bir fırsat kaçırılmış oldu. Oysa yazara göre sorunun çözümü tam da buradan, İslami anlayıştan neşet edebilir; İslam dini içindeki ümmet anlayışı, tüm milletlerin dilsel ve kültürel haklarını koruma altına alan barışçıl yorumuyla sadece bizim ülkemizin değil, tüm bölgenin etnik problemlerini çözebilirdi; ve hâlâ da çözebilir.
Altan Tan geç kalmış bir Kürt ulusalcılığına da mesafeli duruyor. Bir yüzyıl öncesinin gözde kavramlarının bugünkü koşullara uygulanmasını gereksiz ve Kürt halkını geriye götürecek bir çaba olarak görüyor. Bununla birlikte Kürt ulusalcılığının kapsamlı bir tarihçesini vermekten de geri durmuyor.
600 sayfayı aşkın bir kaynak kitap hüviyetindeki çalışma Türkler ve Kürtler arasındaki ilk münasebetlerden Osmanlı dönemindeki özerk yapılanmaya, Kürt edebiyat ve folklorundan isyanlarına, II. Meşrutiyet’in Kürtler nezdinde ki etkilerinden İttihat ve Terakki yönetimine, Cumhuriyet dönemi olaylarına, Kürtlerin Türkiye’deki sağ ve sol düşünce içinde siyaset yapma biçimlerinden İslami bir Kürt hareketinin mecra bulma imkânına, “federasyon mu, bağımsızlık mı, yoksa demokratik Cumhuriyet’te entegrasyon mu?” tartışmalarına uzanan kuşatıcı bir inceleme sunuyor.
devamını oku
Tunus’ta alevlenen; Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve Cezayir’i de saran değişim yangınının tüm bölgeye sirayet etmesi kaçınılmaz.
Bugün tartışılan, değişimin olup olmayacağı değil, nasıl ve ne şekilde olacağı, değişim sonrası kimlerin iktidara geleceği ve ne şekilde bir düzen kurulacağı.
Yeni Ortadoğu Federasyonu start almıştır.
Ortadoğu’da İstanbul-Kahire-Şam-Bağdat-Diyarbakır-Erbil eksenli entegrasyon hızlanacak, ekonomik ve kültürel cazibe merkezi İstanbul olan Ortadoğu Federasyonu gerçekleşecektir.
Türkiye, Ortadoğu başta olmak üzere tüm İslam dünyasını etkilemekte, bir başka yönden de mevcut gelişmelerden kendisi de etkilenmektedir.
Ancak Türkiye’nin en büyük açmazı Kürt sorunudur.
Kürtlerle birlikteliği ve Kürtlerin desteğini sağlayamayan bir Türkiye’nin değil Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, Habur’dan öteye gitmeye bile gücü, mecali ve takati kalmayacaktır.
Kürtler coğrafi, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak bu entegrasyonun kavşak noktasındadır. Merkezdeki bir rahatsızlık tüm entegrasyonu allak bullak edecek, riske sokacaktır.
Kürtlerin Türklerle bin yıldır olduğu gibi yine birlikte yaşamak istedikleri Kürtler tarafından hemen her fırsatta dile getirilmektedir.
Ancak Kürtler, bundan sonra artık kimliksiz ve statüsüz yaşamak istemediklerini de hemen her fırsatta dile getirmektedirler.
Sıkça tekrarladığım bir gözlemim var. Bugün Ortadoğu’da; Libya’dan Suriye’ye; Mısır’dan Irak’a, Filistin’den Yemen’e kadar 21. yüzyılın başlarından itibaren yaşamakta olduklarımız, bir asır önce 20. yüzyılın başlarında yaşadıklarımızın, neredeyse birebir aynısı. Tarih, acımasızca bir kez daha tekerrür ediyor ve biz, bir kez daha; geçmişte yaşadıklarımızdan hiçbir ders çıkarmamış kişiler olarak aynı yanlışları bilmem kaçıncı kez tekrar tekrar işlemeye devam ediyoruz. Geçmişi bilmeden bugünü anlamak, bugünü anlamadan ise doğru bir gelecek kurmak mümkün değil. Elinizdeki bu kitapta sizlere, elimden geldiğince İslam Dünyası ile dünya düzeninin dününü ve bugünü anlatmaya ve gelecekle ilgili öngörülerimi paylaşmaya çalıştım. Ve bir kez daha Mekke kurtarılmadan, Kudüs’ün kurtarılmayacağını haykırmak istedim.
Maide Suresi’nin;
“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (Maide:44)
“Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide: 45) “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Maide: 47) ayetleri; açık ve net bir şekilde ‘Kamusal alanın’ da Allah’a ait olduğunu bildiriyor.
Kuran-Kerim; kısaca ‘HÜKÜM ALLAH’INDIR’ diyor. Bir Müslüman için “Hüküm’ tabii ki Allah’ındır. Bunda kuşku duyulacak ve tartışılacak bir durum yok
Ancak bu kabulden sonra cevaplandırmamız gereken çok önemli sorular var: Her türlü şekil ve mekandan münezzeh olan Allah; haşa yeryüzüne inerek yöneticilik yapmayacağına göre, Allah adına yeryüzünde kimler yönetici (Emir, halife, sultan, padişah, cumhurbaşkanı…) olacak ve bu yöneticiler nasıl hükmedecektir? Bir başka ifade ile Allah’ın yetkilerini kimler kullanacak ve nasıl uygulayacaktır? Müslümanlarla, Müslüman olmayanlar bir arada ve barış içinde nasıl yaşayacaklardır.?
Aktüel dünyamızı büyük ölçüde meşgul eden çok sayıda siyasî, sosyal ve iktisadî meselenin 19. yüzyılda şekillenen tarih ve toplum felsefelerinden beslendiği görülür.
Çok sayıda Müslüman müellif ve özellikle bilim adamı söz konusu felsefelerden habersiz olarak araştırmalarını yaparlarken İslâm’a ait olmayan bir kültür ve felsefenin kavramsal çerçevesini kullanmaktadırlar. Rahatlıkla Müslüman müelliflerin de “toplumsal gelişme” kavramına bağlı kalarak “ilkel dönemler”den veya tarihin “ilerleme şeması”ndan bahsettiklerini görmek mümkün.
Bu çalışmada tarih, toplum, kültür, medeniyet ve gelenek gibi anahtar terimler ele alınarak İslâm ve batıda gelişen farklı tarih ve toplum felsefeleri arasındaki farka değinildi.
Sosyoloji, antropoloji ve medeniyet tarihi gibi disiplinlerin ilgi sahasına giren bu türden konular ilk defa ve bu bağlamda eleştirel bir açıdan ele alındı.
devamını oku
İslâm dünyasının çağdaş düşünce sorunları nelerdir? Bu sorunları doğru anlamak ile modern dünyanın İslâm olgusunu kavrayıp anlamak arasında dolaysız bir bağ vardır. Bu kitabın amacı, giderek önemini ve ciddiyetini artırmakta olan bu konuya belli bir açıklık getirmektir.
Ancak oldukça güç ve karmaşık bir konuyla karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyiz. Bunun başta gelen nedeni, çağdaş Batı kültürünün genelde “din” olgusuna yüklediği yanlış ve çarpık anlam ile İslâm toplumunun, deyim yerindeyse bir tür başkalaşıma uğratılmasıdır.
İslâm düşüncesinin bugünkü durumunun doğru kavranabilmesi için, 1400 yıllık gelişmesinin ve özellikle 19. yüzyılda boy atıp günümüze kadar etkisini sürdüren İslâm anlayışlarının da genel hatlarıyla belirtilmesi gerekir. Bunu göz önüne alarak, bu yüzyılın başından günümüze kadar etkisini gösteren İslâmî düşünüş şekilleri genel hatlarıyla anlatıldı.
Albert Camus, “Dünya anlamsız, insan saçmadır”; Jean-Paul Sartre, “İnsan beyhudedir” diyor. Michel Foucault ise insanın ölümünü ilan ediyor. İnsan gerçekten mümkün değilse, onu kim bu kadere mahkûm etti? Ali Bulaç, modern insanın özgürlük sorununa İslâmi bir bakış açısı sunarken, iletişimle küçülen bu dünyanın sistemleştirilmiş insanını da eleştiriyor. İnsanın varoluş çabasının saçma ve beyhude olup olmadığını tartışıyor. Peki, insan gerçekten mümkün mü? Mümkünse özgürlüğü de mümkün mü? Modern insanı özgürlüğe götürecek bir yol gerçekten var mı?Modern dünyanın karmaşık toplumsal ilişkileri içerisindeki insanın dramını ele alan İnsanın Özgürlük Arayışı, ehlileşme ve kapatılmanın hangi süreçlerden geçerek mutlaklık kazandığını irdeliyor. Modern tıp, sosyoloji, psikoloji, felsefe, sanat ve ateizm… Bunların hiçbirinin insanın özgürlük arayışına katkıda bulunmadığını söyleyen Ali Bulaç, insanın özgürlük sorununu farklı bir düzlemde ele alıp insanın ve özgürlüğünün mümkün olduğunu göstermeye çalışıyor.
İslam’ın “fanatizm” ilişkilendirilmesi 1990’lı yıllara özgü bir çaba olduğu görülür. Bunun pek inandırıcı bir imaj üretimi olmadığı anlaşılınca, fanatizm yerine “fundamentalizm” ikame edilmeye başlandı. Entegrizm, radikalizm ve Siyasal İslam bunun eşliğinde ele alındı. 21. yüzyılın başlarından itibaren Batı medyası “İslami terör” ve arkasından “İslamofobi”yi öne çkıkardı. Belli politik amaçlarla icad edilmiş tanımlamalar gelip geçicidir, ancak kavramlar kalıcıdır. Bu açıdan İslam’ın hiçbir şekilde kendileriyle bir araya gelmesi mümkün olmayan bu kavramlarla bir araya getirilmesi üzerinde durulması gereken bir konudur. Elinizdeki çalışma bu konuyu ele almaktadır.