İslâm Toplumları Tarihi’nin ikinci cildi, 19. yüzyıldan başlayarak günümüze değin Müslümanlığın farklı ülke ve bölgelerdeki gelişimini anlatıyor. Lapidus, 19. yüzyıldaki global ölçekli kapitalist deveranların İslâm’ın geleneksel yapısını geri dönülmez biçimde başkalaştırdığını düşünüyor. Ulusal kimliklerin ve milliyetçiliğin etkisiyle farklılaşan dinin, günümüzde, yükselen yeni İslâmî söylemlerle bir kez daha biçimlendiğini de ekliyor. Lapidus, titiz ve mesafeli anlatımıyla tarih ve sosyoloji bağlamında İslâm’ın siyasî, kültürel ve ekonomik olarak nasıl dönüştüğünü irdeliyor. Farklı kimlik ve kültürlerin hangi güdülerle dinle bağ kurduklarını gösterirken, benzer ve farklı yaşanan karakteristikleri de işaretliyor. Kapsamlı bir ansiklopedik döküm sunmakla kalmıyor, din ve siyaset ilişkisine dair zihin açıcı tasvirler de yapıyor. İslâm Toplumları Tarihi, tüm dünyada olduğu gibi dilimizde de referans kitaplardan biri olacak…
Lapidus’un İslam Toplumları Tarihi, İslam’ın ortaya çıkışından 1990’lara kadarki dönemi, İslam’ın yayıldığı bütün toplumlar üzerinde ve bu toplumların yaşadıkları tarihsel, toplumsal, siyasi ve ekonomik dönüşümlerle ele alan hacimli bir eserdir. Cambridge University Press tarafından iki cilt halinde hazırlanmış daha kapsamlı bir akaştırmanın Ira M. Lapidus tarafından özenle elden geçirilmesi sonucu yine aynı yayınevi tarafından tek cilt olarak yayımlanmıştır. Kitaba asıl değerini veren nokta, sadece siyasi ya da ekonomik tarihi ele almaması, İslam toplumlarının toplumsal, kültürel, felsefi üretimlerine ve tartışmalarına siyaset ya da ekonomi kadar yer vermesidir.
İtalyan edebiyatının köşe taşlarından Dino Buzzati’nin ilk romanı olan Tatar Çölü, modernist edebiyata yapılmış en önemli katkılardan biri. Genç teğmen Giovanni Drogo, ilk görev yeri olarak Tatar Çölü’ndeki Bastiani Kalesi’ne tayin edilir. Uzun boylu kalmak istemediği bu sınır bölgesinde geçirdiği seneler ona, vaktiyle gözünde büyüttüğü zafer tutkusunun kofluğunu ve askerlik hayatının monotonluğunu öğretir. “Yaşamı boyunca beklediği an” bir türlü gelmez. Zamanla “sesi, ihtiyar sesine dönüşür”, “bakışları çok yaşlı bir adamın bakışları gibi sarımtırak ve camdan bir görünüş alır”. Varoluşun anlamsızlığı, boylu boyunca serilir önüne. Gündelik hayatın durağan ritmi, alışkanlıkların uyuşturucu etkisi ruhunun derinliklerine işlerken Tatar Çölü’nün sadece kendisinin değil aynı zamanda insanlığın sınır bölgesi olduğunu anlar. Edebiyatta Beckett, Camus ve Kafka’nın başlattığı varoluşsal sorgulamaya karmaşık bir boyut katan, zengin bir anlatı Tatar Çölü.
“Tatar Çölü, sadece aklıyla hareket ettiğini düşünen insanlara meydan okumak gibi büyük bir riski göze alan, sıra dışı bir roman.”
Tım Parks
Nasıl oluyor da insanlığın en büyük başarısı aynı zamanda en büyük belası haline geliyor? Bu sözdeki kasıt elinizdeki kitabın da ana konusu. En büyük başarı, üretken emek süreci içinde en arzu edilmeyecek ve insanları ezen işlerin otomasyon teknolojileri ile gerçekleştirilmesi. En büyük bela ise özgürleştirici olması gereken bu teknolojik olanakların neden olduğu işsizlik. Otomasyon teknolojileri ile donatılmış bilgi-üretim sistemlerinin insanların yapmaları gereken bezdirici ve sıradan işleri gerçekleştirmesi gerçek bir nimet. Toplumun azınlık sayılacak bir kesimi insanların maddi gıda, mal ve hizmet ihtiyaçlarını yaratıcı ve yenilikçi özelliklere sahip olarak karşılayacak yetenek ve güce sahip. Fakat bu imrenilecek yaratıcılık özelliklerine, eğitimsizlik ve başka nedenlerle sahip olamayanlar ne yapacak? Herkese yetecek zenginliği yaratmanın tüm maddi koşulları var ancak toplumsal koşulları yok. Kalan nüfusun ne yapacağı ve üretilen zenginliklerden neye göre pay alacağı konusunda bugünkü toplumsal sözleşmelerimiz bir şey demiyor. Halbuki otomasyon toplumunun belkemiğini oluşturacak yaratıcılığın ön koşulu özgürlük ise, bu kavramın adalet kavramları içinde kalmasını ve toplumsal barışın oluşmasını sağlamanın koşulu da eşitlik olmak zorunda. Marx’ın saptadığı durumda, toplumsal tıkanıklığı oluşturan sınıf üretkenlikten uzak görüldüğü için ortadan kalkması bir sorun oluşturmuyordu. Bu şekilde sınıfsız ve eşitlikçi bir toplum doğacaktı. Ahlak ile rasyonel çözüm, yani eşitlik ilkesi ile üretken toplum iyi bir tesadüf sonucu çakışıyordu. İçinde olduğumuz durum böyle bir kolaylık içermiyor. Üretim açısından özgür bir ortamın ve yaratıcı sınıfın varlığı şart; ancak eşitlik açısından diğerlerinin yaratıcı sınıf ile beraber yaşamaları siyasal zorluklarla dolu. Emeğin İş(lev)sizliği, gelecek tasarımımızı sorgulamaya davet ediyor.
Cemil Meriç’in 21. yüzyıla taşıyacağı anlaşılan batılılaşma çağdaşlaşma uygarlık tartışmalarına çok yıllar öncesinden katkı sağlayan ufuk açan denemeleri, makaleleri iki yol var insanlık için kendi kendini imha veya gerçekten insanlaşmak insanlık tek merkeze yönelen bir tür öteki türler gibi dağılıcı değil. Bu biricik düşünen türün sonu, çözülmüş olamaz. Mekan ve zamanı aşacak insan.
Meriç’in “aynı kaynaktan fışkırdılar” dediği eserler dizisinin önemli bir halkası. Bir çağın, bir ülkenin vicdanı olmak isteği Meriç’in bütün çabasına her zaman yön vermiştir: “Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği.” Bu Ülke, Meriç’in sürekli etrafında dolandığı Doğu-Batı sorunu yanında, sol-sağ kutuplaşmasına ve kalıplaşmasına ilişkin önemli tesbit ve aforizmalarını da içeriyor.
Araba Sevdası, Tanzimat döneminde rastladığımız diğer roman denemelerinden apayrı, yazarını da benzersiz kılan
bir romandır.
Sultan Abdülaziz döneminde yaşanan trajikomik bir aşk hikâyesini, abartılı bir “alafranga züppe” karakterinin etrafında anlatan Araba Sevdası, Türkçe edebiyatın en özgün örneklerinden biridir. Daha sonra pek çok romanda benzer örnekleri yaratılacak, aşırı Batılılaşmış, özenti karakterlerin dramı, en yoğun olarak Araba Sevdası’nın kahramanı Bihruz Bey’in şahsında ete kemiğe bürünür ve bir klasik haline gelir. Bu sadeleştirilmiş basımda, Araba Sevdası’nın orijinalinde yer alan resimlerin yanı sıra romanın kaynaklarını ve göndermelerini belirginleştiren metinlere, haritalara ve resimlere de yer verilmiştir.
“Eğer Tanzimat romanına bir Batılılaşma romanı değil de bir modernleşme romanı olarak bakarsak, Araba Sevdası gerçek anlamda modern ilk romandır.”
JALE PARLA
“Bu köksüz gölgeler kitabında asıl kahraman, Bihruz Bey’in parasını tam olarak ödemediği ve sonunda elinden aldıkları arabasıdır. O, kitabın sembolü ve fatalitesidir.”
AHMET HAMDİ TANPINAR
“Yeniçeriler kapıyı zorlarken” düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: “Dünya bir düştür. Evet, dünya… Ah! Evet, dünya bir masaldır.” Kendini saran dünyayı düşleyen bir haritacının, düşlerinden devşirdiklerini döktüğü Puslu Kıtalar Atlası adlı kitap oğlunun eline geçtiğinde onu kendisinin bile tahmin edemeyeceği maceralara sürükler, oysa yaşayacakları elindeki kitaba çoktan yazılmıştır. Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve “puslu kıtalar” üzerine bir roman. Hulki Aktunç’un önsözüyle…
Çok zordur konuşmak sevgili ölülerimizle,
Rüyalardan bildiğimiz üzere!
Endişemizi, kırılganlığımızı, utancımızı
Görmezden gelirler. Artık eskisi gibi olmayışları
İnsana fena koyar. Uzak bir savaşta ölen
Okul arkadaşımız, şaşkın değildir bizi
kapısında görmekten;
İşaret eder biraz kaygısız, biraz kederli,
Bodrum katı odasındaki su birikintilerini.
SOLGUN ATEŞ
Nabokov dilimizi kullanmayı ve dönüştürmeyi seçmekle, hepimize şeref bahşetmiştir.
ANTHONY BURGESS
1952’de ABD’de yayımlandığında haftalarca çok satanlar listesinde kalan ve ertesi yıl National Book Award’a değer görülen Görülmeyen Adam, Amerika’nın en çarpıcı çelişkilerini sergiliyor.
Görülmeyen Adam, egemen kültürün içinde tutunmaya çalışan siyahi bir gencin hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Toplumun her katmanına girip çıkan roman kahramanının hikâyesi, Güney’in prestijli kolejlerinden Harlem’in tekinsiz sokaklarına, eşit hak ve özgürlükler için mücadele eden örgütlere uzanıyor. Toplumsal hoşgörüsüzlüğün, duyarsızlığın, aldatılmanın her türlüsüne maruz kalan genç adam, ayakta kalmak ve kimliğini korumak için her yolu deniyor. Ancak inandığı kişiler ve örgütler tarafından da yalnız bırakılınca, kendi yolunu seçiyor ve New York’un merkezinde, bir apartmanın bodrum katına sığınıyor… Ralph Ellison, Amerikan edebiyatının başyapıtları arasında gösterilen ve T.S. Eliot, James Joyce, Dostoyevski gibi yazarların eserlerinden derin izler taşıyan Görülmeyen Adam’la, ortaya ırkçılık, sömürü ve toplumsal ikiyüzlülük üzerine zamansız bir eser çıkartıyor.
“Birinci sınıf bir kitap, süper bir roman…”
Saul Bellow
Modern edebiyat için muazzam bir dönemeci temsil eden Karanlığın Yüreği, “medeniyet”i bir arada tutan ipliğin aslında ne kadar ince olduğunu gözler önüne seriyor.
Joseph Conrad’ın 19. yüzyılın son yılında yazdığı Karanlığın Yüreği, tarihin en kanlı asırlarından bir tanesine damgasını vuran savaşlar, gelişen teknolojinin açtığı uçurumlar, modernliğin allak bullak ettiği toplumlar gibi konulara bir uvertür niteliği taşıyor. Gizemli Kurtz’u bulmak için görevli oldukları ticaret şirketinin Belçika Kongosu’ndaki şubelerine yolculuk eden Marlow, karanlığın çöktüğü bu coğrafyada ummadığı dehşetlerle karşılaşır. Marlow, Kurtz’a doğru ilerlerken, medeniyete ve kendisine olan güveninin parçalandığını da fark eder. Conrad’ın başyapıtı kabul edilen ve William Golding, George Orwell gibi yazarları etkilemiş bu roman hem dönemin değer yargılarını, hem de emperyalizmin meydana getirdiği tahribatı resmediyor.
“Karanlığın Yüreği, Afrika’yı bir sembolik imge olarak Avrupalıların zihnine nakşetmiştir.”
Cinler, Rus toplumunu bekleyen çalkantıları seneler öncesinden
sezebilmiş Dostoyevski’nin, gerçek bir olaydan esinlenerek kaleme
aldığı siyasi romanıdır.
Bir taşra gölünde, infaz edilmiş bir adamın cesedi bulunur. Bu
genç adamın öldürülme nedeninin uzaklaştığı devrimci örgütten
ayrılmak istemesi olduğu sonradan anlaşılır. Dostoyevski’nin
1869’da gerçekleşen bu olaydan esinlenerek yazdığı Cinler’de,
Çar’ı devirmeyi ve devleti ele geçirmeyi amaçlayan bir siyasi
örgütün içindeki aydınların, sosyalistlerin, anarşistlerin,
tanrıtanımazların resmini çizer. 19. yüzyıl sonu Rusyası’nı kasıp
kavuran şiddet çığırtkanlığına karşı bir haykırış niteliğinde olan bu
başyapıt en iyi siyasi romanlardan biri olarak kabul edilmektedir.
“Dostoyevski’nin Cinler’i devrimci bir komplodan esinlenerek
yazılmış en iyi romanlardan biri.”
JOSEPH FRANK
Modernizm çocuklarını yiyor. Yoksa her şey zaten yüzyılımızın ta başında yapılan Faustvari bir kontratın sonuçları mı? 20. Yüzyılın enerjisi ve sefaleti, Petersburgdan New Yorka 2000 li yılların sağlıklık modernizmini kurmak için geçen yüzyılın modernisteliren dönmeyi salık veren Marshall Bermanın kaynak kitabı.
Tutunamayanlar, Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak niteler. Moran’a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. “Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, “saldırısı tutunanların anlamayacağı, rededeceği türden bir romanla yazar.”
Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak. Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız.
Dostoyevski’nin ilk Avrupa seyahatinin ardından kaleme aldığı Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları öfkeli ve alaycı bir Batı eleştirisidir.
Dostoyevski, 1862 Haziranı’nda Petersburg’dan ayrılarak ilk kez Batı Avrupa seyahatine çıktığında, tedavi için gittiği bu topraklarda bir yandan da varlığını uzaktan sezdiği yoldan çıkmışlığı ve yozlaştırıcılığı arama niyetindedir. Yazar Avrupa’nın kültür başkentlerinde sivri kalemiyle Londralı hayat kadınlarından Fransız küçük esnafına herkesi Slavcı bakış açısıyla deşifre ederken karşı olduğu bir kültürün ahlâki ve siyasi zaaflarına olan öfkesini saklama gereği görmez.
“Dostoyevski 19. yüzyılın Fransız burjuvalarına baktığında soyluluğun ve kibarlığın altında gizlenen adi bir çıkarcılık görmüştü.”
SAUL BELLOW
“Dostoyevski’nin Kış Notları yazarın bugüne kadar yay
Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır. Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi. Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan entellektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz? Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız arsa zaman eksenine düşünce mesaisi düşünebiliyorsanız bu kavramlar üzerine kafa yorarsanız bu sorulara cevap ararsınız ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in hakikatte içi de, dışı da bir mağarayı anlattığı kitap Mağaradakiler bir geniş ufuk kitabı.
Kültürden İrfana ile on iki ciltlik Cemil Meriç külliyatı tamamlanıyor. Mefhumlar ve meseleler konusunda düşüncenin en ücra köşelerini yoklayan, yalınkat bir bilgi yerine kapsamlı, incelikli bir bilginin peşine düşen Cemil Meriç, Kültürden İrfana’da okurunu önyargıların köleliği yerine düşüncenin yoldaşlığına çağırıyor. “Kültür, Batı’nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri:
kaypak, karanlık, samimiyetsiz. Tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce mânâ. Kelime değil, bukalemun. İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak, önyargıların köleliğinden kurtulmaktır, önyargıların ve yalanların. Kültür, irfana göre, katı, fakir ve tek buutlu. İrfan, insanı insan yapan vasıfların bütünü. Batı, kültürün vatanıdır. Doğu, irfanın.”
Işık Doğudan Gelir, siyasî, felsefî, dogmatik herhangi bir inancın peşinde olmayan, başka milletlere, başka fikirlere, başka düşünce ve duyma tarzlarına sonsuz bir tecessüs besleyen bir Cemil Meriç klasiği, tüm diğer eserleri gibi. Medeniyetlerin “defter-i âmâli” olan ansiklopedilerden İslâm’ın kozmolojik dok-trinlerine; İbrani edebiyatından Kitab-ı Mukaddes’e; Herbelot’nun “muhteşem abidesi” Doğu Kütüphanesi’nden, oryantalizmlerin aydınlattığı yeni medeniyetlere; Michelet’nin ve Schuré’nin “her türlü yobazlıktan uzak”, İnsanlığın Kitab-ı Mukaddesi ve Doğu Mabetleri adlı eserlerinden, Erasmus’un Cinnete Methiye’sine, başka bir deyişle Akıl’dan Cinnet’e; hermetizmden “çağdaş düşüncenin kutuplarından biri” olan İbn Haldun’a… kanatlanan ve kanatlandıran emsalsiz bir düşünce serüveni.
Bütün zamanların kahramanı olan bir insanın hikayesidir bu. O hem herkes hem de hiç kimsedir. Dünyadan alacağını tahsil etmeye gelmiştir. Çünkü, Tanrı dahil herkesin ona borcu vardır. Vebaline girilen tüyü bitmedik yetim işte odur. Kadim zamanlardan beri hakkı yendiğine göre, sonlu ama sınırsız bir evrenin engin ve derin merkezi olarak insan olmanın, “olmasa da olur” halini icra etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Romantik bir insafsızlığın bakir tacizcisi olmak sonuna kadar hakkıdır. Sıradanlığın üst insanıdır o. Asiliğiyle asilleşememesi umurunda bile değildir. Onun umurunda olan tek şey, sadece ve sadece kendini algılamak, kendi küçük âlemine sığan kainatı kabul etmektir. Çünkü bilmektedir ki, gerçek bilgelik de zaten budur.”
Kıyıda ise üç direkli, iki güverteli ve 58 toplu bir kalyon, o karanlıkta usturmaçalarını puta edip iskeleye palamar vermişti. Yelkenlerin sarılı olduğu serenler hisa edilmiş ve tez zamanda yola çıkacağını ilân için mizana
direğine mavi bayrak çekilmişti. Esrarengiz adam, kalabalığı yarıp elinden tuttuğu İsrâfil’le iskeleden gemiye doğru yürümeye başladı. Kalyonun dikmesinin palangalarına asılan ve tıraka tutan gemicilere vardiyan, Yisa, sizi gidi sütü bozuk sünepeler! Yisa beraber! Varda ruhsuzlar! Varda! Bre aman! Laşka! Laşka!? diye feryat ediyor ve hurçların, sandıkların ve fıçıların ambarlara usûlünce istifine nezaret ediyordu. Güneşin doğmasına 7 saat kala esrarengiz adam, sürme iskeleden kalyonun çukur güvertesine çıkmak istedi. Fakat eline ne kadar asılırsa asılsın Eşek İsrâfil yerinden bir türlü kımıldamıyordu. O karanlıkta eline son bir kez daha asılıp ?Gel yâ mübarek!? diye nida eyledi. Bunun üzerine çocuk her nedense inat etmekten vazgeçti. Ne var ki, sürme iskelenin kayganlığından dolayı düşmemek için midir, İsrâfil’in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapışmıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayak bastı. Bunun ilâhî düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.