İhsan Süreyya Sırma 10 Temmuz 1944 yılında Siirt'te dünyaya geldi. İlokulu Pervari ilçesinde tamamladı. 1962 yılında Siirt lisesini bitirdi. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldu. Üniversite okuduğu dönemlerde Batman'da bir süre Türk petrollerinde çalıştı. Daha sonra Diyanet İşleri Başkanlığında memur olarak görev yaptı. Fakülte bittikten sonra Siirt Lisesine öğretmen olarak atandı. İhsan Süreyya Sırma kazandığı burs ile Fransa'ya gitti ve İslam tarihi alanında doktora eğitimini tamamladı. Doktora çalışmaları sırasında Arapça Öğrenmek için Tunus Zeytuna Üniversitesinde ders aldı. Erzurum Yüksek İslam Enstitüsünde İslam tarihi alanında öğretim görevlisi olarak çalıştı.Sırası ile Doçent ve Profesör oldu. Sakarya Üniversitesine geçti ve emekli olana kadar burada görev yaptı. 1995-1997 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan danışmanı olarak görev aldı. Araştırma ve inceleme, gezi ve çeviri alanında eserleri bulunmaktadır.
On seneyi aşkın bir zamandan beri Viyana gurbetinde yaşadım. Gerçi zaman zaman Türkiye’de bulunan ailemi görmek için İstanbul’a gidiyordum. Ama bu gidişlerin bir dönüşü olduğu için, gözüm arkada kalmıyor değildi. Ailem, çocuklarım ve torunlarımın hasreti bana zor
gelse de, yüklendiğim misyon beni güçlendiriyor, âdetâ sabır zerkediyordu beynime: Okumak için despot idareden kaçıp Viyana’ya gelen bu çocukları nasıl bırakabilirdim ki? Zaten onlar, benim Viyana’daki çocuklarım gibi olmuşlardı.
İslam Tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen ve 40 yılı aşkındır hem yetiştirdiği öğrenciler hem de yayınladığı kitaplarla onbinlerce kişi üzerinde önemli etkileri olan İhsan Süreyya Sırma Hoca, ‘hayatının eseri’ mesabesinde olan çalışmasını tamamladı ve bu değerli eser Beyan Yayınları tarafından yayına hazırlanarak okuyucularının istifadesine sunuldu.
Allah’ın yaratmış olduğu tabiatın her zerresinin, kendine özgü bir dili vardır. Fakat nasıl ki biz insanlar, kendimiz gibi olan milyarlarca insanın bile dilinden anlamıyorsak, tabiattaki diğer yaratıkların da büyük bir kısmı yekdiğerini anlayamamaktadır. Vahşi bir yılanın, zavallı bir kipiye saldırışına şahit olmamışsanız, dikenleri yüzünden kirpiyi eleştirir durursunuz. Dağlardan şifalı bitki özlerini toplayarak biz insanlar için bal üreten zavallı arıların, “iğnesini zehirlidir” diye yakınır durursunuz…..
Görüyoruz ki Amerika güdümündeki batı, çıkarlarına alet etmek için 1945’de kurduğu Birleşmiş Milletler örgütü vasıtasıyla makro planda Üçüncü Dünya, mikro planda da İslam Dünyası üzerinde her türlü tasarrufta bulunuyor; bu ülkeleri dilediği gibi sömürüp gidiyor. Hem de müslümanları de kendi emellerine alet ederek..Kaldı ki, beş milyarlık dünya nüfusu içinde sömürenler bir milyar, sömürülenler ise dört milyar nüfusa sahipler.. Peki nasıl oluyor de bir milyar, dört milyarın kanını sülük gibi emiyor?
Abbasiler, İslam Tarihi içinde uzun bir dönemi kapsadığı gibi, cereyan eden hadiseler açısından da oldukça büyük bir önemi haizdir. Abbasoğullarının İslam devlet başkanlığını Emevilerin elinden almaları fazla bir şey değiştirmedi. Saltanat kanunları olduğu gibi uygulandı, genellikle Saltanat iktidarının bekası ön planda tutuldu. Oysa ki bir Devlete karşı çıkılıp iktidara talip olunduğunda ilke olarak, mevcut iktidarın iyi olmadığı, yerine geçecek olan iktidarın ise gereği gibi hareket ederek, Devlet’in kaybolmuş itibarını iade edeceği esasına dayanması iktiza eder. Ne ki, Abbasilerin gelmesiyle bunların hiçbir olmadığı gibi, saltanat hegemonyası sürüp gitti.
Geçmişin, ya da içinde yaşadığımız zamanın bilgilerini, olayların cereyan tarzı ve yorumlarını, ibret olsun diye aktarılmasına vasıta olan ilme tarih diyorsak; tarihçinin ve özellikle İslam tarihçisinin takınacağı tavır ve takip edeceği usul konusunda, Kur’an çok açık ve kesin hükmünü koymuştur. Başka bir deyişle, Allah, genel manada alimin, özel manada da -bu görevi yüklendiğinden dolayı- tarihçinin, ilahi mesajın getirdiği sorumlulukla hareket etmesini emrediyor.
Cihada, Allah’ın istediği gibi İslam’ın yaşanmasıdır. Dolayısıyla İslimi tebliğ uğruna verilen bütün mücadele Cihad’dır.
Böyle ele alındığı takdirde görülecektir ki, İslam Devleti’nin tüm faaliyetleri Cihad’ı içermektedir. Biz bu kitapçığımızda cihadın sadece bir yönü olan askeri cihadı incelemeyi hedef tuttuğumuzdan, meseleyi mümkün mertebe özlü aktarmaya çalıştık. Bu küçük çalışmada Devletin yoğun işleri yanında Hz. Peygamber (s.a.v.)’in askeri cihada ne kadar önem verdiği, on senelik Medine hayatının ekserisini Allah yolunda savaşmaya ayırdığı görülecektir.
İşte önderimiz Hz. Muhammed, Allah’ın yaratmış olduğu en güzel insanın hayatını ve mücedelesini anlatmaktadır. Hz. Muhammed, kendisinden önce gelip geçmiş olan bütün peygamberler gibi, insanların, kendileri gibi insan olan varlıklara değil, sadece Allah’ın Kur’an’la bildirdiği ilahi kanunlara bağlanmalarını tebliğ ediyor, ezilmiş insanlara hürriyet mücaadelesini öğretiyordu.
Peygamberler tarihi, gün tarihinden ayrılması mümkün olmayan, insanı doğru yola yönelten bir tarih bilgisidir. Bu tarihi bize Kur’an öğretmekte, Hz. Muhammed (s.a.s) de yorumlamaktadır. Bu özelliklere sahip bir tarih kültürü, insanın yaşam rehberidir. Bu nedenle her seviyedeki insan, -ister yöneten ister yönetilen olsun-, bu tarihi iyi bilmelidir ki Allah’tan başkasına kul olmasın! Çünkü kendilerine itaat edilen insanların çoğu, insanı yanlış yola götürür. Bu nedenle bizim rehberimiz başta Peygamberimiz olmak üzere tüm peygamberlerin gösterdiği yol olmalıdır.
Endülüs‘teki müslümanların Endülüs’ü fetihleri, hristiyanlar‘la ilişkileri, kurdukları medeniyet, daha sonraki süreçte yıkılışı ve hristiyanların müslümanlara uyguladıkları mezalim.
Tarihini bilmeyen insanlar sömürülmeye ve güdülmeye mahkumdurlar. Tarih cehaleti, insanı bağımlılaştırıp, aşağılık duygusu altında ezer, ezdirir. Bu kompleksten kurtulmanın bir tek yolu var: Allah’ın istediği tarihi bağımsızlık… Ne kadar hatalı da olsa, otuz üç sene Osmanlı Devletini yönetmiş ve kendisine “Kızıl Sultan” dedirtecek bir harekette bulunmamış olan Sultan Abdulhamid’e, bir-iki Ermeni veya Yahudiyi sevindirmek için neden Kızıl Sultan diyelim?…
Londra Misyoner teşkilatı başkanı şöyle konuştu:
“Biz İngilizlerin müreffeh ve saadet içinde yaşamamız için, müslümanların arasına nifak tohumlarını ekmemiz lazımdır. Onların içinde ihtilaf kıvılcımlarını tutuşturmalıyız. Biz Osmanlı Devleti’nin her tarafına fitne sokarak, onu yıkacağız. Böyle yapamazsak, İngilizler gibi küçük bir millet, nasıl müreffeh olur? İşte Hempler, bunun içindir ki, İslam dünyasını nifak ve fesat ateşine vermeden onları tefrikaya sokmadan geri gelme!”
“her şey Devlet için” zihniyeti müslümanların kafalarına o denli yerleştirildi ki, “Her şey din için” inancı kayboldu. Ve müslümanlar saltanat ve diktatorya rejimleri uğruna ulu’l-emr’ler zihniyetinin kulları oldular. Ulu’l-emr -nasıl olursa olsun- la yus’el bir hale getirilip kutsallaştırıldı. Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde müslümanları ezen ulu’l-emr’ler, Yezid zihniyetinin mirasçısı oldular ve kendileri için dokunulmazlık kanunları çıkartarak, saltanatlarını sürdürdüler, sürdürüyorlar.