Beyza Alkoç 15 Şubat 1996 yılında İstanbul Fatih'te dünyaya gelmiştir. Küçük yaşlardan beri tiyatro oyunları ve hikayeler yazan, hikaye dalında birçok ödülü bulunan yazar, ilk kitabını 18 yaşında basmıştır ve şu anda basımı yapılmış sekiz kitabı daha bulunmaktadır. Beyza Alkoç, aynı zamanda Yeni Yüzyıl Üniversitesi Mütercim Tercümanlık öğrencisidir ve ikinci üniversite kapsamında Sosyoloji okumaktadır.
“Söz konusu ben olunca sustum, razı oldum. Ama şimdi söz konusu sensin, ve ben bütün dünyayı karşıma alacağım.” Duyuyor musunuz? Şehirler ötesinden, denizler kadar uzaklardan gelen o bağırış seslerini… Kılıç, kesik, çığlık seslerini. Belki de yalnızca ben duyuyorum içimdeki savaşın seslerini… Bir tarafın savaşı kazandığını sandığı an, pes ettiği andır. Biz kazandığımızı sandık, kılıçlarımızı bıraktık. Oysa pes etmişiz yalnızca. Şimdi uzaktan geldiğini duyuyorum o ikinci savaşın. Bizim koşarak uzaklaştığımız atlar, şimdi koşarak peşimizden geliyor. Düşman bu sefer daha güçlü, kılıçları bu sefer daha keskin ve çaresizlik her zamankinden daha yoğun. Oysa herkesin unuttuğu bir şey var; biz hâlâ ayaktayız. Ve düşmeye niyetimiz yok. Birinci perde bitti, ikinci perde başlıyor…
“Tüm bunları yaşayacağımı bilerek geçmişe dönsem, o asansöre yine binerim. Hem de koşa koşa binerim… Koşa koşa…” Evlendiğiniz gece başınıza gelebilecek en saçma şey nedir? Aklınızın sınırlarını biraz zorlayın… Şöyle düşünün, balayı için gittiğiniz otelde, o otele sizin gibi gelen diğer bir çiftin damadıyla asansörde kalsanız ne yapardınız? İnanın bana, asansörün kapısı kapanırken var olan hiçbir şey, o kapı tekrar açıldığında eskisi gibi olmayacak. Bu hikâyeyi, gülmekten okuyamayacaksınız… “Bir aydır seni düşünmeden geçirdiğim bir saniye bile olmadı. Yaptığın her hareketi takip ettirdim. Yaşadığın her şeyden haberdardım. Ben senin 49 kiloya düştüğünü bile biliyorum! Günlerce telefonuna gelen beslenme önerileri mesajları toplu mesaj değildi, onları ben attırdım, sadece sana atıldı. Pembesini bulamadığın o eteği, o mağazaya getirten bendim, her sabah kapına süt bırakılması binanın hizmeti değildi, sadece sana yapıldı, ben yaptırdım. Dışarı her çıktığında dağıtılan çiçekler belediyenin hizmeti değildi, onları ben dağıttırdım. Sana çiçek verebilmek için koskoca bir mahallenin insanlarına her gün çiçekler dağıttırdım. Seni hiçbir yerde işe aldırtmayan da bendim, şirkette açık pozisyon bırakan da, o pozisyona kimseyi aldırtmayan da bendim, çünkü sen gel istedim. Çünkü bana gel istedim. Bana geldiğinde bahanen olsun istedim. Sana bahane vermek istedim…”
Ben ilk dilek hakkımda, bana dilek tutmayı öğreten adamı diledim. “Renkli ışıkları sönmüş, ıssız ve bomboş lunaparka baktım. Ne kadar da benziyordu bana. Yıllarca ne olduğumu aradım durdum. Buydum ben işte, gece olduğunda terk edilen, ışıkları kapatılan, bomboş kalan bir lunapark… Kaşlarımı çattığımda Cihan’ın yanımızdaki kilitli şalter kutusunun camını anahtarıyla kırıp şalteri kaldırışına şahit oldum. Sonra nutkum tutuldu. Rengârenk ışıklar birdenbire bütün lunaparkı doldurmuştu! Nefesimi tuttum. Çok garip bir andı. Biraz önce kendime benzettiğim lunaparkın ışıkları rengârenk yanıyordu şimdi! Cihan sadece lunaparkın değil, benim de ışıklarımı yakmıştı. Cihan bana ışık vermişti, renk vermişti, o bana hayat vermişti…” Bu hikâye, aşka inancı “Annem babam bile terk etti beni, sen nasıl seveceksin ki?” cümlesiyle sınırlı kalan Deniz’in hayal bile edemeyeceği şekilde sevilmesinin hikâyesi… Cihan ve Deniz’in okuyucuyu her satırda şaşkına çevirecek aşkına tanık olmaya hazır mısınız?
Bir Mesafe Aşkı Hikâyesi Yağmur böyle güzel yağar mı bir daha şimdi çıkıp ıslanmazsak? “O gün, bana ‘Sinemaya gidelim mi?’ diye sordu. 3391 kilometre öteden, şehirlerce, denizlerce uzağımdan… Yanımdaki insanlar görmezken beni, o bana imkânsız olduğunu bile bile ‘Sinemaya gidelim mi?’ dedi…” Aylarca sesini duymadığınız, yüzünü görmediğiniz, dokunmadığınız, kokusunu almadığınız, aynı sokaktan geçme ihtimalinizin dahi olmadığı, aynı fotoğrafın içinde bile bulunamayacağınız, sizden kilometrelerce, hatta denizlerce, adalarca ve şehirlerce uzakta olan bir insana âşık olur muydunuz? Kendinize yapar mıydınız bunu? Bu hikâye, uzak bir ilişkinin hikâyesi! Birbirlerini görmeden ve duymadan, aylar boyunca gece gündüz konuşan; birbirlerine bu kadar uzak, ama bir o kadar da yakın olan; aralarına giren onca kilometreye rağmen birbirlerine âşık iki insanın hikâyesi! Burası bizim gezegenimiz, burada her şey anını bekler. Burası, bizim 3391 kilometrelik gezegenimiz… “Seni görmem için yanımda olmana gerek yok. Gözlerim kapalıyken de görebiliyorum seni. Zaten seni gözlerim kapalıyken görebiliyorum sadece…”
“Ve hiç unutma, ışıklar sadece karanlıkta yanar.” Su nasıl akarsa hep suya doğru, ateş nasıl çoğaltırsa yalnızca ateşi, rüzgâr nasıl bilmezse durgun esişleri, ölü her balık nasıl vurursa karaya, beşiğinden ayırılan bebekler nasıl ağlarsa onu alan kollar annesinden bir başkasıysa, bir kuş nasıl bilmezse uçmadan oradan oraya gitmeyi, hepimiz nasıl doğduysak öyle büyür ve bir gün ne olursa olsun yuvamıza dönmek isteriz… Suysak suyu çeker, ateşsek ateşi isteriz. Çünkü sadece aynı şeyler birbirini çoğaltabilir. Bizi sadece biz çoğaltırız. Zeynep, Onur, Burak ve Mert’in savaşı sürüyor, Karantina Serisi Üçüncü Perde’siyle geliyor! Hâlâ bizimle misiniz?
Işıklar Sana Evinin Yolunu Gösterecek Birbirimizi uzaktan uzağa sevmek bir göldü, biz de o göle atlayan iki balıktık. O ufacık gölün içerisinde birbirimizi bulduk ve hiç kaybetmeyiz sandık. Oysa hiçbir şey sandığımız kadar kolay olmadı. Yan yana olmak koskoca bir denizdi ve biz bu denizde birbirimizi kaybettik. Binlerce kilometreyi aştık, birbirimize geldik. Oysa şimdi her zamankinden zor bir savaş bekliyor bizi, buram buram hissediyorum bunu. Sonra kulaklığımı takıyorum, telefonumu atıyorum cebime, kendi kendime fısıldamaya başlıyorum içimden… “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Bir kez daha tekrar ediyorum: “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Sonra bir kez daha… “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Ben İzmir ve bu benim evimi bulma hikâyem. İzmir ve Ege’nin ışıklarla dolu karanlık dünyalarının hikâyesi devam ediyor… Üstelik aralarındaki mesafe artık sıfır kilometre! Işıklarınızı yeniden yakmaya geliyoruz, hazır mısınız? “Tüm bu belirsizliklerin ortasında emin olduğum bir şey vardı, o buradaydı ve artık yıldızlarla doluydu üstümüzü kaplayan bu gökyüzü… Her ne olursa olsun, her nasıl olursa olsun.”
Işıklar Sana Evinin Yolunu Gösterecek Birbirimizi uzaktan uzağa sevmek bir göldü, biz de o göle atlayan iki balıktık. O ufacık gölün içerisinde birbirimizi bulduk ve hiç kaybetmeyiz sandık. Oysa hiçbir şey sandığımız kadar kolay olmadı. Yan yana olmak koskoca bir denizdi ve biz bu denizde birbirimizi kaybettik. Binlerce kilometreyi aştık, birbirimize geldik. Oysa şimdi her zamankinden zor bir savaş bekliyor bizi, buram buram hissediyorum bunu. Sonra kulaklığımı takıyorum, telefonumu atıyorum cebime, kendi kendime fısıldamaya başlıyorum içimden… “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Bir kez daha tekrar ediyorum: “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Sonra bir kez daha… “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Ben İzmir ve bu benim evimi bulma hikâyem. İzmir ve Ege’nin ışıklarla dolu karanlık dünyalarının hikâyesi devam ediyor… Üstelik aralarındaki mesafe artık sıfır kilometre! Işıklarınızı yeniden yakmaya geliyoruz, hazır mısınız? “Tüm bu belirsizliklerin ortasında emin olduğum bir şey vardı, o buradaydı ve artık yıldızlarla doluydu üstümüzü kaplayan bu gökyüzü… Her ne olursa olsun, her nasıl olursa olsun.”
“Mesele hiçbir zaman karantinadan kurtulmak degildi. Mesele karantinayı sevmekti.” Duvarların yükü hâlâ üzerimizde ve Karantina hâlâ bir adım arkamızda… Belki de kabullenmemiz gereken bir şey vardı bu hayatta. Karantina hayatın ta kendisiymiş; içinden çıkmak değil, içinde yaşamayı öğrenmek gerekirmiş. Öyleyse soruyorum sana: Hazır mısın? Sana bu zamana kadar hep o karantinadan nasıl kurtulduğumuzu anlattım, artık o karantinaya nasıl döndüğümüzü anlatmanın vakti geldi. Hazırsan başlayalım. Ben Zeynep. Zeynep Akay. Mahşerin Üç Atlısına dördüncü olmaya geldim… Ve oldum. Mahşerin Dört Atlısı hep yaşayacak ve Karantina ruhu asla bitmeyecek. Bu bir son değil; hepimiz için bir başlangıç. Unutma, biz her zaman seninleyiz. Gözlerini kapattığın her an bizi görebilirsin. Peki, hâlâ bizimle misin? Karantina Beşinci Perde’de Zeynep, Onur, Burak ve Mert’le yan yana, son bir defa daha savaşmaya hazır mısınız? Öyleyse başlayalım. Kendi karantinanızı bulmanız, onu kabullenip sevmeniz dileğiyle…
Seni yanıma, tüm dünyayı karşıma almak istiyorum. Hava soğuktu, rüzgâr acımasız. Burası bir kar küresiydi, biz de içindeki figürler. Gün gelecekti, birileri bu kar küresini eline alıp sallayacaktı. Kar yağıyor sanacaktık oysa altüst olacaktık… Eylül, kışın en soğuk günlerinden birinde kendisini Abant Gölü’nün yakınlarında ormanlık bir alanın içine kurulmuş Kar Küresi Psikolojik Destek Merkezinde bulduğunda başına geleceklerden habersizdi. Buraya yalnızca psikolojik destek almak için geldiğini sanan Eylül kendisini bambaşka bir sona doğru giderken bulacaktı. Önce Merih’le tanışacak, sonra Merih’te kendisini bulacaktı. “Biz buradayız,” diyecekti Merih ona, “ve bunlar yaşanıyor.” Bu hikâye Eylül’ün ve Merih’in altüst olmalarının hikâyesi… Birlikte dibe batmalarının ve ışıksız kalmalarının hikâyesi… Hiçbir gülümsemesi içten olmayan, gözü hep uzaklarda bir yerlere dalan, ne olduğunun bilinmezliğinde oradan oraya savrulan, kanatlarını göremediği için kendisini çirkin sanan tavus kuşlarının hikâyesi. Bu hikâye sizin hikâyeniz, bu satırları siz yazdınız… Eylül ve Merih’in kış masalının içinde üşümeye hazır mısınız? Bu doğan güneş var ya Eylül… İşte o bizim için doğmuyor.
“Unutma; karanlık olmadan aydınlık bir hiçtir.” Teşekkür ederim hayatıma. Teşekkür ederim çektiğim her bir acıya, yaşadığım her mutsuz geceye, tüm korkularıma, girdiğim her çıkmaz yola… Teşekkür ederim karanlığıma çünkü hiçbiri olmasaydı ben de olmazdım, acıyı yaşamasaydım mutluluğun tadını bilemezdim. İşte bu yüzden bilin ki her nerede ne yaşıyorsanız yaşayın, bazen acı çekmemiz gerekiyor ki mutluluk geldiğinde onu tanıyabilelim. Bazen karanlıkta kalmamız gerekiyor ki ışıklar yandığında aydınlığın ne demek olduğunu anlayabilelim… Zeynep, Onur, Burak ve Mert tam da her şey normale dönüyor derken yeniden karanlığın içine çekiliyor. Karantina serisi son perdeye doğru ilerlerken bir önceki durak olan Dördüncü Perde’yle karşınızda!
Yıldızları görebilmek için duvarları arasında yaşadığımız evimizden vazgeçtik. “Sadece bedenlerimizi değil, ruhlarımızı da karantinaya aldılar. Ne bu karantinadan çıkabiliyoruz, ne de birbirimizden ayrılabiliyoruz. Bundan sonraki tek savaşımız bu karantinadan kurtulmak. Kurtulduğumuzda da birlikte olacağız, ama özgür…Savaş bitti, ve biz sağ kaldık.Savaş bitti, ve biz hâlâ ayaktayız.” Zeynep, yeni okuluna başladığı ilk gün kendini bir felaketin ortasında bulmuştu. Salgın bir hastalık nedeniyle okulu karantinaya alınmış, akşamında ise kendini okulun karanlık koridorlarında bir kız öğrencinin cesedinin başında bulmuştu. Üstelik yalnız değildi, onlar da yanındaydı; mahşerin diğer üç atlısı. Bu, yalnızca bedenleri değil ruhları da karantinaya alınmış dört kişinin hikâyesi. Bu, onların özgürlüklerine ulaşmak için yaşadıkları esaretin hikâyesi. Bu, birbirlerinin her şeyi haline gelen, gökyüzündeki son yıldız yanıp kül oluncaya kadar birlikte olacaklarına söz veren dört arkadaşın hikâyesi. Bu, mahşerin dört atlısının hikâyesi. Şimdi, bizimle misiniz?