Efsaneler bazen denizden, Bazen aşktan ve ateşten gelirler. Aşktan ve ateşten ve denizden gelenler, Bazen ışık olurlar ve bütün zamanı aydınlatırlar… Efsane kurmak kadar, efsaneyi yazmak da efsaneye dâhildir. Bir çağı haritalarda bulamazsınız. Derine, insana ve tarihin denizlerine açılmak gerekir. Girdaplarda yüksek idealler saklanabilir. Bu kitapta İstanbul, Gırnata, Madrid, Roma ve Akdeniz; aşk diliyle kuşatıldı. Akdeniz, aşk kaleminin haritasıyla yeniden çizildi. Kılıç kılıca, cevher çeliğe çarptı, varlık da yokluğa. Ve hep bir yol vardı kalplerden denizlere. Derin denizler, büyük aşklar için atlas olup dokundu. İskender Pala, bir çağı ve o çağın efsanelerini dile döktü. Barbaros Hayreddin Paşa’yı… Sonra, bir gül sepeti getirdi. Isırılmış üç elmayı anlattı.
Kitâb-ı Aşk, bütün bu kavram kargaşası içinde aşkın katmanlarını, türlerini ve asaletini irdelemek, belki her düzeyden insanın gönlünde hissettiği, dimağında algıladığı ama asla net biçimde tanımlayamadığı duygularına açıklık getirmek için düzenlendi. Kitâb-ı Aşk’ın içindeki yazılar değişik zamanlarda ve farklı zeminlerde kaleme alınmış olmakla birlikte belli bir düzen ve bütünlük içinde bir araya getirilmiştir. Bazıları farklı kitaplarımızda yayınlanan bu deneme ve öyküleri okurken bütün varlığımızı ve hatta varoluşu kuşatan aşkın yüzeysel, derin ve daha derin katmanlarında küçük yolculuklar yapacaksınız. Bu yolculuklar sırasında, duygularınızın gerçekte sizi nereye doğru götürdüğü, ayağınızı bağlayan tensel arzulardan sıyrılıp platonik veya mecazî aşka doğru kanatlandığınızda kendinizi yeniden keşfetmeye başlayacağınız noktayı da bulacaksınız. Orası, belki de sizin kendinizden vazgeçeceğiniz noktadır. Çünkü canına sevgili isteyen ile sevgili için can isteyen arasında hayat yolculuğunun ta kendisi gizlidir.
“Kitapta zaman zaman bir sohbet edası ile sizinle konuşuyorum, zaman zaman da bilmişlik taslıyor, derin mevzulara giriyorum. Bazen aradan çekiliyor ve o konuda düşünmüş ve hissetmiş yazarlara, şairlere kulak veriyorum. Bazen de kendimi tutamayıp meşk ediyor, içimdeki şairi serbest bırakıyorum. Bazen psikiyatrist konuşuyor satırlarda, bazen şair, bazen varlığın heybeti karşısında büyülenmiş bir şaşkın. Üçünü de birleştiren bir şey varsa, samimi bir umut üzere var olmaları. Elimin erdiği, sözümün yettiğince daha iyi bir dünyanın inşasına katkıda bulunmak istiyorum. Dilerim ki bugün söylediğimiz güzel söz, yarın bize tanıklık etsin.” Bir Kalbi Kırılmaktan Koruyabilsem, yaralı ruhlara şifa verecek bir güzel sözler atlası.
Sessizliğe tahammül edemediğimiz bir zamanda yaşıyoruz artık. Her şey hızlı, her şey gürültülü… Kemal Sayar, bir acelecilikle saldırdığımız sessizliğin görkemini anlatıyor, Beni Sessiz de Sevebilir misin’de. Kelimelerin sessizlikte demlendiğini ve kök saldığını; herkesin konuştuğu ve kimsenin birbirini dinlemediği bir vasatta kelimelerin havada gezindiğini ve kaybolup gittiğini yazıyor. Bu kitap aynı zamanda bir esenlik arayışı Ruhun yorulduğu bir çağda, daha derin olanın izini süren, derinlikte şifa arayan bir bakış. Ve bu bir iyileşme kitabı. Satırların arasında gezinirken kendi ruhsal dertlerinizle karşılaşacak ve şifalı kelimelerin elinizden tutup sizi bambaşka bir sahile götürdüğünü hissedeceksiniz. İhtimaldir ki bu kitabı bitirdiğinizde, onu okumaya başladığınız kişiden biraz daha farklı bir kişi olacaksınız. Bu iç yolculuğuna hazır mısınız?
Ben babam İbrahim’in duasıyım. Annem Hacer’in rüyasıyım.“ (Hz. Muhammed s.a.v.) İbrahim tevhit rehberi, İbrahim tedebbür. İçindeki putu devirmeden başkasının putlarını deviremezsin. Hacer tevekkül, Hacer teşekkür. Kâbe mi ona komşudur, o mu Kâbe’ye? Kalbini Kâbe edenler bilir. İsmail teslimiyet, İsmail terbiye. Bazen bir bıçak öğretir sadakati, ne kadar keskinse o kadar güzel. “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk!“ diye yankılanıyordu aşkın kıblegâhı Kâbe… Cenabı Allah, köle diye küçümsenen bir kadının kendisine olan aşkı ve imanına, çilesine, sadakatine bir hediye takdim ediyordu: Hacerü’l Esved. Hz. İbrahim önce içindeki kendi putunu devirdi. Sonra babası Azer’in el emeği göz nuru yaptığı bütün putları un ufak etti. Her peygamberin bir kalp okulu vardır, bir de ruh miracı. Kimine ağaç, kimine mağara, kimine kuyu vahiy okulu olmuştur. Hz. İbrahim’in okulu da miracı da atıldığı ateş uçurumudur.
Bir Yusuf yüreğidir, Züleyha’ya zindan kadar kapalı. Bir baba kalbidir, kuyu kadar naçar. Bir Züleyha sevdasıdır, Nil kadar! Yakup’un iftarıdır Yusuf’a akıttığı gözyaşlarını içmek. Ne ay yüzünü gördük Yusuf Peygamber’in, ne gamına ortak olduk Mah-ı Züleyha’nın, ne de Yakup babanın sabrını sırtımızda bir aba gibi taşıyabildik. Sadece yazdık. Okuduk. Ah çektik. Ne güzel öğrettin kardeşliğin kalleşlik olmadığını. Doğru ya, sen dost ara, düşmanı nasılsa şeytan doğuruyor. Yedi ölümcül günah kovaladı Yusuf’u. Yakalayamadı yakasından. İffetin adıydı Yusuf. İmanın eriydi. Erimedi yedi dişli günahtan: Oburluk, kibir, fuhuş, tembellik, kanaatsizlik, haset ve gıybet. Üç gömlek… Üç yürek… Yakup, Yusuf ve Züleyha. Yusuf’un gömleği kıskançlığın “Kurt kaptı” yalanıyla parçalanmış. Parçalanan bezler dile gelir. ”Değmez kardeşler, bu dünya birbirinize düşman olmanıza değmez!” Züleyha’nın gömle¤i şehvet tırnağıyla yırtılmış. Dile gelir gömlek: “Ah şehvet, beni Rabb’imden uzaklaştıramazsın!” Yakup’un gömleği, oğul hasretinden kör olan gözlerin açılışı. Gömleğin kokusu anlatır: “Ey can! Canımı yaksan da bu can seni bekler!”
Zulüm gücü elinde bulunduranın yaratılanlara haksızlık etme hakkını kendinde görmesidir. Alnı secdeye değip de yüreği adalete değmeyenlere inat, dilinden zikir düşmeyip de eliyle saltanat kuranlara rağmen Muhammedî duruş gösterip mazlumların sesi, güvenci olmanın yiğitlik meydanıdır Kerbela. Bugün Kerbela’yı doğru okuyamadığımız meseleyi bir halifelik ısrarı diye anladığımız için imanımız kısır kalmıştır. Hz. Muhammed’i (sav), Ali’nin (kv) yolunu ve Hüseyin’in (ra) direnişini derinden anlayamadığımızdandır ki… Allah’a kullukta “sloganca bir aşkımız” var ama “şuurumuz” yok. Tüm yaratılanlara muhabbetimiz var ama samimiyetimiz kalmamıştır. İki türlü kıyam vardır: İbadetin ve imanın kıyamı. Namazda Allah’a aşkımızdan kıyam ederiz, imanda kıyam ise Allah düşmanlarına, Allah’ın emaneti kullarına zulüm gösterenlere karşı ölümüne karşı durmaktır. Velev ki haksızlığı yapan kendisini “Ben Müslümanım” diye tanıtsa dahi.
“İnsan ancak ihlaslı bir aşk ile farkına varır kendisinin. Ve o aşkın duasal kelimeleri ile yürür sevdiğinin ruhunda. Aşkın kelimeleri ile huzura erişir. İnsan hep ‘bir’ aşk arar ya sevdiğinde. Bu aşkı bulduğu an ona âşık olur. Aslında âşık olduğu o insan değildir. O hep tek ‘bir’ aşka aittir. Ey en sevdiğim Fatma! Bu dünyada birbirimizi ne kadar sevdiysek hep o ‘bir’ aşk içindir.” Ali hep sevdi. Coşkuyla sevdi. Aşk ile sevdi Fatma Zehra’sını. Kalan ömrü eninde sonunda bir “veda”ya sığdırılmış bir kadının gözlerinden yükselen dumanın dilini hiçbir söz çözemez. “Yalnızlık, benim ebedi istirahatgâhım. Suskun gözlerimi dağların mor dudaklarına dikmişim. Ve sen, benim yaralı güvercinim! Ay yârim! Gözlerini bana dikme ah Ali’m, kapat!” “Ah canım! Canımı ne de güzel acıtıyorsun!” “Ey Ali, ey aşkım! En sevdiklerinden ayrılmayı göze alamayınca ‘En Sevgili’ye ulaşamazsın.” Ah kalbim! İnlemenin, ağlamanın insanı nasıl kuş gibi hafiflettiğini bilemezsin. Yalnızlık yaşar! Çığlık yükselir! Gözyaşı insanın aşkını, acısını, yalnızlığını gösteren en sadık sözdür.
26 Kasım perşembe akşamı. Saat, 20.58-21.33 arası. Hayat Apartmanı’nın önünde esrarengiz bir genç kız beliriyor. Üstünde okul üniforması var. Görünüşü biraz ürkütücü, biraz tekinsiz; sanki başka bir dünyaya ait. Hayat Apartmanı’nın kilidi bozuk kapısından bir hayalet gibi içeri süzülüyor. Issız ve karanlık merdivenlerden ağır ağır çıkmaya başlıyor. Kızın attığı her adımda bir sır açığa çıkıyor, her adımında biri ölüme daha da yaklaşıyor. Dünyanın dört bir yanına saçılmış hayatlar bir noktada birleşiyor. Hırsız Mülayim Fikirtepe’deki gecekondusunda esrarın dibine vuruyor. Selma buğulu gözlerini televizyona dikmiş, kulağı kapıda bekliyor. Londra uçağındaki Kardiyolog Murat Bey, Avrupalı meslektaşlarına yapacağı etkileyici konuşmanın hayaline dalıyor. Müküslü Ramazan rüyasında ak sakallı bir dede görüyor. Küçücük bir iyilik bütün dengeleri değiştiriyor. Halepli Muhammed, Kilis’teki evinde eskiden yaşayanların hikâyesini merak ediyor. Ünlü müteahhit Mehmet Göğebakan, yakın gözlüğünü elinde evirip çevirirken artık yaşlandığını idrak ediyor. Dursun spor salonunda yüz yirmi kilo ağırlığı kaldırıyor, salonda bir alkış kopuyor. Numan, New York’ta, Lafayette Caddesi’ne yürüyüp gözdesi olan Madison Square Park’a ulaşıyor. Tarihçi Kâmil seyrettiği Into The Wild filmini tam o sahnede durduruyor. Daha birçok hayat tam o anda, Mualla Hanım’ın ömrünün son anında birbirine mühürleniyor. Mualla Hanım, evinin salonunda yerde yatarken, tiz bir kahkaha ile neye uğradığını şaşırıyor. Kara kaşlı, kara gözlü, buğday tenli, dünya güzeli Cemile buz gibi bir sesle fısıldıyor: “Ölümün benim elimden olacak.”
Hayat dediğimiz hengâme, iki insan arasındaki mesafeden ibaret. Birbirimizin ruhuna değebilmek için çırpındıkça çırpınıyor, bitap düşüyoruz sonunda. O mesafe bir türlü kapanmıyor, kapanamıyor. Kâh, içine kapanarak yakınlığı arıyor insan. Kâh, içini dökerek. Kâh alıp başını giderek. Ne içine dönmek sorunları çözüyor hayatta. Ne de gitmek. Çünkü insan gittiği yere kalbini de götürüyor. Her adım ömürden düşen bir gün çünkü. Her adım bir ayrılık. Kalbin istediği bir damla yakınlıkken, her ayrılık biraz daha mesafe. Mustafa Ulusoy, diğer kitaplarında olduğu gibi, insanın iç dünyasında olup bitenleri bilgelikle irdeliyor. Narsistik arzu çağına, varlığın dilini okuyup dilsizlikten kurtulmaya, insanla kâinat arasındaki bağlılığa, kadın erkek ilişkilerine dair çözümler üretiyor. Bunlarla da kalmıyor Yakınlık. “Deneme yazılarının hiç bu kadar güzel olacağını zannetmezdim.” dedirtiyor her satırıyla okura.
“İçindeki yalnızlık bir türlü yatışmıyordu. Hayat başkalarıyla ne kadar yaşanırsa yaşansın, insan yalnızlığını aşamıyordu. O da en sonunda bunu aşmaya çalışmayı bırakmış, yalnızlığında dinlenmeye karar vermişti. Bu ifadeye bayılıyordu: Yalnızlıkta dinlenmek” Mustafa Ulusoy, Ay Terapisi’ndeki öyküleriyle, okurlarını “yalnızlıkta dinlenmeye” davet ediyor. Bu öyle bir davet ki, bizi psikiyatrinin sınırlarına çekip kendimiz üzerine düşündürüyor. Dr. Mavi’nin terapi yöntemlerine tanık olurken, “ay’la tanışıyor, tanıştıkça da kendi derinliğimize varıyoruz. “Ay, insanla hiç sürtüşmüyordu ama neden, neden?Neden hep yukarıda, semada intizam vardı da yeryüzünün kısmetine çatışma düşmüştü? Dr. Mavi ‘Hadi bunu anlayalım!’dedi. Masanın üzerine boş bir dosya kâğıdı koydu, ‘insan ile ay arasında bir karşılaştırma yapalım?” Dünya seni bu kadar yormuşken, bak, ay ışığı tam önüne düşüyor. Onu takip et…
Nietzsche felsefeciydi. Babaannemse sıradan biriydi. Nietzsche, üniversitede ders verirdi. Babaannem, hayatında okul yüzü görmemişti. Ünlüydü Nietzsche, bütün Avrupa ondan hayranlıkla bahsederdi. Babaannemse yalnızca kendi köyünde bilindi. Bu iki ölümlü, aynı gezegenin misafiri oldularsa da bambaşka dünyaların insanlarıydılar. Yine de bir yerde buluştular: Dönülmez kararlar kavşağında. Tercih etmedikleri bir dünyada, yaşamlarını sonsuza dek etkileyecek bir ‘tercih’te bulunmalıydılar çünkü. Kararlarını verdiler. Sonra da seçtikleri yola sapıp bir daha asla karşılaşmamak üzere ayrıldılar. Nietzsche kolay olanı seçmişti, babaannemse zoru. Mustafa Ulusoy Nietzsche ve Babaannem’de en insani ama aynı zamanda en çetin meseleleri irdeliyor. Hayatın anlamı, ölüm, hiçlik, sonsuzluk arzusu, yabancılaşma, mutsuzluk, anlaşılamama, sevilmeme korkusu gibi bütün çağların ortak meselelerini cesaretle ele alırken, herkesin elbet bir gün yolunun düştüğü o dönülmez kararlar kavşağında buluşuyor okurla.
İçinde yaşadığımız endişe çağına yönelik yazıları ruha ilaç gibi gelen Kemal Sayar, Özgürlüğün Baş Dönmesi’nde bizi bu çağa getiren gelişmelerin perdesini aralıyor. Görünen o ki hep peşinde koşulan özgürlük, bir ucundan yakalandığında baş dönmesine yol açıyor. Küreselleşmenin, postmodern dönemin, internetin bireye etkilerini ele alan; derinlikli bir anksiyete incelemesi sunan, kaos kuramına dokunan bu makaleler, günümüz için âdeta bir “hal tercümesi”. “Aklın ve ruhun uzayında yapılacak keşif yolculukları, bilimin rehberliğine ihtiyaç duyduğu kadar sezginin ışığına da muhtaçtır.”
Selamlar ki, şeker dudaklıların vuslatı gibi içtendir, elbette onadır. Hasretler ki, âşıkların avazı kadar yanıktır, elbette onadır. Övgüler ki, özlem sözlerince füzûn ve arzular ki sevgililerin saçları misali uzun, ona, hep ona, hep onadır. O ki güldür, o ki sevgilidir, bütün mecburiyetler onadır. Çölde alevlerle küfürler kavururken insanlığı ve bir gün ortasında kızıl kayalara çarparken vahşetlerin tutuşturduğu dalga dalga nefesler, bir melek adını andı onun. Sözcükler henüz yetim, sevgiler hançer sokumlarına mahkûmdu. Goncalardan kan damlıyordu gülistanlara ve çırçır böceklerinin rüya aralığında cinayetler işleniyor; babalar kızlarını toprağa diri diri gömüyordu. Cinnet karargâhına dönen yüreklerde hep aynı boşluk vardı ve masum kelebekler çarmıha geriliyordu, yalnızca masum oldukları için… Zaman öyle bir zaman, mekân öyle bir mekândı… Ebabiller kara yere kararken Ebrehe’nin fillerini, gonca ana rahminde yetim kalıverdi. Kâbe’nin duvarını bir kırlangıç kucaklamıştı oysa, çığlık çığlığa… Ardından bir şair kollarını açıp haykırmıştı: “Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!.. Yaklaşıyor yaklaşmakta olan!.. Yaklaşıyor yaklaş…” Avizesi cevzâ, ışığı dolunay idi gecenin… Yaklaşmakta olan, bir gül olup açtı ve yeminler edildi ömrüne. Gül açınca taşırdı insanlığın sevinç ırmaklarını ve dünya ilk kez dünya olduğunu hissetti. Bir bülbül gülün aşkına yanmış, yanmaktan kana boyanmıştı. Anlatıyordu: Zamân o gül gibi gül görmedi zamân olalı Gülün güzelliği dillerde dâsitân olalı Peygamber Efendimizin hayat hikâyesi… İskender Pala’nın güçlü kaleminden…
Herkesin kesintisiz mutlu olmaya ya da mutluymuş gibi görünmeye şartlandığı bir çağdayız. Keyifsizlik anlarının dahi “minör depresyon” adını aldığı zamanlar. Herkesin “en mutlu, en güzel, en şanslı, en başarılı ve her koşulda pozitif” olmasını öğütleyen Batı menşeli psikoloji anlayışının karşısında, hüznün doya doya yaşanması bile pek mümkün değil artık. Kemal Sayar, böyle mutluluk tariflerinin peşinden koşmaya gerek olmadığını, hiçbir şeye kıymet vermeden sadece kendini değerli bilerek yaşanmayacağını anlatıyor. Çünkü hüzün bize dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir. “Hüzün bizi en çıplak varoluşumuzla karşılaştırır, bizi sahte bir dünyada sahici kılar.”
Tutku…
Güzellik…
Aşk ve savaş. Sadece gönüllerin değil alınların, kemiklerin ve gözlerin alev alev yandığı savaş.
Kahramanlarını, Yavuz Sultan Selim’i de Şah İsmail’i de tarihin merdivenlerinde bir basamak aşağı indiren bir basamak yukarı çıkaran savaş.
Çaldıran…
Şimdi Çaldıran ne 500 yıl geride ne 500 yıl ileride.
Savaş tasında büyücünün gördüğü neydi?
Kızılbaşlık!
Sünnilik!
İktidar hırsı.
Aşkın bir çökelti gibi dondurduğu zaman!
Korku? Ya o?
Yazar biraz da korkuların üstüne gidendir.
Tarih ileriye doğru çözüldükçe ağacın kökleri de görülecektir.
Alevi de Sünni de bağlıdır o köke. Birdir o toprakta.
Gölgeler büyümüşse ışığı değil korkuyu yenmek gerekir.
Karanlık ve kör ışığın egemenliği boğmasın artık nesilleri.
Ve işte bir kez daha aşk!
Şiir kadar iktidar atında rüzgâra ve ateşe doğru yol alan iki hükümdar.
Şah ve Sultan…
Dünya incisi zarif ve asil kadınlar. Yeminlerine bağlı erkekler.
Masal kadar gerçek.
Büyüleyici olduğu kadar umut verici.
Şah & Sultan her cümlesi aşkla okunacak bir kitap. İskender Pala’dan