Celaleddin Vatandaş

Celaleddin Vatandaş 1962 yılında Kırşehir'de dünyaya gelmiştir. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünden mezun olmuştur. 1985 yılında Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde Felsefe Grubu dersleri öğretmeni olarak görev yapmıştır. Bir süre Adıyaman ve Konya'da öğretmenlik yapmış ve aynı zamanda yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır. Yazar hala Gümüşhane Üniversitesi İletişim fakültesi Dekanlığı yapmaktadır.

  • Cumhuriyetin Tarihi

    Bu kitap, bugün yaşamakta olduklarımızı doğru çözümleyebilmek ve yaşayacaklarımız için isabetli bir öngörüde bulunabilmek için, yaklaşık yüz yıldır yaşadıklarımızı ortaya koyma çabasının bir ürünü olmuştur. Okuyucu bu kitapta, bugünün Türkiye’sinde halkın iradesini temsil eden ve üstünde irade olmadığı ifade edilen ve kabul edilen siyasal sistem gereği böyle olması da gereken Meclis’in üzerinde irade olmaya çalışanların ilk örneklerini 23 Nisan 1920’de faaliyetine başlayan Meclis’te bulabilir ve halkın iradesine müdahalenin Türkiye’de köklü bir geleneğe sahip olduğunu görebilir; halkın iradesini ifade biçimi olan seçimlere müdahale ederek sonucu istediği gibi inşa etmeye çalışanların yaklaşık yüz yıldır devlet kurumunun önemli noktalarında yer aldıklarını fark edebilir; halkın iradesi söylemine sımsıkı sarılan ancak eğer bu irade kendi iradesini onaylıyorsa kabul eden, yoksa halkı “cahil sürüsü” olarak algılayan zihniyetin sahiplerinin yine yüz yılı aşkın süredir bu ülkede “iktidar” olduklarını tespit edebilir; bu ülkede birilerinin ülkeyi her şeyi ile kişisel malı gibi kullanma ve yönlendirme zihniyetine sahip olduğunu ve bunu sağlamak için her türlü enstrümanı titizlikle edindiğini, oluşturduğunu ve bunun yaşadıklarımızın önemli bir faktörü olduğunu fark edebilir; bütün manipülasyonlara ve yönlendirmelere rağmen, halkın iradesini biraz ortaya koyma tavrını sergilediği zaman, bunun hemen ses getirdiğinin yüzyıllık süreçte bir çok örneğini bulabilir…

    12,90
  • Hz. Muhammed (s)’in Hayatı

    Çevresindeki insanlara göre farklı özelliklere sahipti. Hakka-hukuka önem veren birisiydi, yalandan nefret ederdi, mal düşkünü değildi, yardımseverdi… Mağarada yaşadığı olaya kadar O’nu çevresindeki insanlardan ayıran en önemli özelliği, sahip olduğu bu erdemli özellikleriydi. O’nun ahlaki erdemleri ise , erdem dene şeylerden oldukça uzak bir toplumda , herkesten farklı bir hayat tarzı edinmesine yol açmıştı. Erdemleriyle yalnız olduğu gibi, yaşantısıyla’ da yalnız olmayı tercih etmiş; son birkaç yıldır toplumundan büyük oranda uzaklaşmıştı . Kendi toplumunda veya ticaret amacıyla gittiği diğer bazı toplumlarda da hep benzer şeyleri görmüştü. Dünyanın içinde debelendiği bütün bu kötülükleri , yanlışlıkları aklı kabul etmemiş, yüreği kaldırmamıştı. Dünyanın kapıldığı akıntıya kapılmamış; kötülükler içinde boğulan dünyanın bir parçası olmamıştı. Elbette ki insanlığın sorunlarına duyarlı her insan gibi, O da bir çözüm arıyordu; kötülüklerin ve ahlaksızlıkların olmadığı bir dünyanın özlemini taşıyordu. İnsanlığın yanlışları karşısında, bir kurtuluş yolu arıyordu. Fakat bulamamıştı ve bulamıyordu. Büyük komutanların, devlet adamlarının , bilim adamlarının, filozofların , ahlakçıların, din adamlarının , çaresiz kaldığı problemler, O’ nun içinde çözümü imkansız bir problem yumağına dönüşmüştü. O sene yine aynı mağaraya gelmiş ve birkaç günlüğüne inzivaya çekilmişti. İnsanla ilgili her şeye hakim olmuş kötülük ve yanlışlıkları fark eden, ancak gerçek iyiliğin ve doğrunun ne olduğunu bilemeyen bir kişi neler düşünürse, O da, o mağaranın sessizliğinde, yalnız başına benzer düşüncelere dalmıştı. Tüm insanlığın kaderini etkileyecek olayı işte böylesi bir anda yaşadı. Mağaraya bu son kapanışında , derin düşüncelerin ve cevapsız soruların girdabında zihnini toplamaya çalışırken, aniden karşısına daha önce hiç görmediği bir varlık belirdi. Varlık kendisine yaklaşıp ‘ Oku ‘dedi . Şaşırdı, ‘Ben okuma bilmem’ dedi varlık, tekrar oku dedi yine okuma bilmediğini söyledi ve ikisi arasındaki konuşmalar bu şekilde devam etti. Mağarada olup bitenleri daha sonraları efendimiz şöyle anlatmıştır : ‘Oku’ dedi. ‘Ben okuma bilmem’ dedim. Bunun üzerine beni tuttu ve tüm gücüm kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve tekrar ‘oku’ dedi. Ben yine ‘Okuma bilmem’ dedim. Beni tutup gücüm kesilinceye kadar tekrar sıktı. Sonra bırakarak, yine Oku dedi. Ben yine ‘Okuma bilmem ’Nihayet beni tutup gücüm kesilinceye kadar bir kez daha sıktı. Sonra bıraktı ve şunları söyledi: ‘Yaratan Rabb’inin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku , Rabb’in nihayetsiz Kerem sahibidir; O, kalem ile öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti (Alak , 1-5 )

    10,24
  • Tevhid ve Toplum

    nsan varoluş ve yaratılış gayesinin gereğini yerine getirmek istiyorsa, Allah’ın mülkü olduğunu bilmeli ve bir ‘abd’ bilinciyle davranmalıdır. Eğer ‘abd’ olduğunu unutur veya reddeder de kendisini mülkün sahibi veya ortağı kılmaya kalkışırsa yaratılış gayesini tersine çevirecek sapma başlıyor demektir. Bu sapmanın neticesi ise, sadece dünya hayatı düşünüldüğü zaman, aldanma, yanlışlık, kötülük, zulüm, sömürü, keder, gözyaşı, acı çile, ahlaksızlık, sapıklık ve benzerleridir. Şirk işte böylesi bir sapmadır ve dolayısıyla arızidir, yanlıştır tehlikeli bir gidiştir. Peygamberler ise böylesi tehlikeli bir gidişin önünü kesmek, böylesi yanlış bir sapmayı önlemek ve gerçekleşmiş olanları tekrar güzergâhına oturtmak için gelirler; “Andolsun ki her ümmete Allah’a kulluk edin, tağutlardan kaçının” diye peygamberler göndermişizdir.
    Peygamberler, insanların idrakine, duygularına hitap edip, bulundukları yolun yanlışlığını gösterir ve dosdoğru yolu tarif ederler; “İşte benim doğru yolum bu. Ona uyun,(başka)yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın! (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.”(6/153)
    Bunun gereği ise, Tevhid gerçeğini açıklamak ve gereğini göstermektir:
    İnsan ile Rabbi olan Allah arasında uyum.
    İnsan ile toplum arasında uyum. İnsanın inanç, düşünce ve yaşantısı ile mutlak hakikat ve yaratılış gayesinde uyum.

    5,64
Open chat
Size nasıl yardımcı olabiliriz?