1987 yılında Sivas, Şarkışla'da doğan Fatih Duman, Çatalca İmam Hatip lisesini bitirdikten sonra 2006 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesine başlamıştır. Bir dönem Ürdün Devlet Üniversitesinde de öğrencilik yapmıştır. Fatih Duman, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dördüncü sınıfında öğrenimine devam etmektedir. Yazar pek çok kurumun düzenlediği şiir ve makale yarışmalarına katılmış ödüller almıştır. 2007 yılından buyana da Ferda Edebiyat ve Kültür dergisinin editörlüğünü yapmaktadır.
Bazıları susar ağlarken… Ve bazıları yazarak ağlar… Ve kelimeler bazı vakitler her yaradan daha çok acı verir. “Aşk” gibi… Aşk ki vardır. O vakit yoktur kusuru âşıkların. Zira değil mi ki gönlümüze aşkı koyan da O, her ne duamız varsa duyan da O, bedeni ruhundan bir libas gibi soyan da O… Demem o ki her ne varsa O’ndandır. Aşk da O’ndan… Dert de O’ndan, derman da O’ndan… Lakin bir tek harf olsa, kusur bulursan söylediklerimde işte bir tek o bendendir. Kusurları örten de bir tek O’dur ve O’nun merhameti elbet ki hepimizden çoktur. Ama gönlüm diyor ki “Aşk varsa kusur yoktur” Bakma kusuruma… Aşktandır…
İnandığın gibi mi yaşıyorsun, yoksa yaşadığın gibi mi inanıyorsun? “İnandığın gibi yaşa” diye ömrünü bir kuş kanadına asanlar ve ‘var’ denen nesi varsa hepsini feda edenler var. Şükür ki, onlar var. Zira hayat, neyi feda ettiğinle tarif ediliyor. Seni sırlı bir yola çağırsam gelir misin kâri? Hayali sen olanların, senin için ölenlerin ve belki düşlerinde seni görenlerin yaşadığı bir vakte çağırsam seni, gelir misin? Dervişleri, erenleri, alperenleri görmek ister misin? Ahmed Yesevi’yi anlatsam sana… Karanlıklarda kaybolma diye ışık tutuşunu anlatsam. Dervişleriyle yollara düşürsem seni… Hem sen de dua eder misin kâri? Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi gibi meselâ, onun gibi dua eder misin: “Beni her ne eylersen eyle, lâkin âşık eyle Allahım…” Pîr, hayatlarını aydınlattığı dervişlerini dört bucağa salıp nice coğrafyaları aydınlatmış bir mânâ erinin, Hoca Ahmed Yesevî’nin romanı…
“Bazı şeylerin hayali güzeldir, kendisi değil… Her şey bir hayalle başladı aslında. Önce aşkı hayal ettim. Sonra bir âşık ve hayalime aşk ettim sonra. Sana anlattıklarım bir hurafeye dönüşmüş garip bir mezarın hikâyesi… İnanmak zor belki, lakin inanmamak daha zor. İstanbul; aşkın gönle düştüğü şehir, aşkın hayalle örtüştüğü, ölümle buluştuğu şehir… Her taşında bir aşkın izi var. Aşk var kâri, aşk var. Şükür ki var. Ve ben işte İstanbul’un bu aşklarının efsaneye düşmüş hâlini anlattım sana. Aşk… Ve ölüm… Ve hikâye… Bil ki aşk için gönül lazımdır, gönlü bilmek lazımdır ve bilmek için de ölmek lazımdır. Demem o ki aşk gönlün, ölüm de ömrün zekâtıdır. Ve aşk gönlün; ölüm de ömrün kirini alır da gider. Bu yazdıklarımın hepsi doğrudur demiyorum sana. Doğru ve gerçek olanları da var elbet. Lakin ben yalnızca hayal ediyorum. Zira bazı şeylerin hayali güzeldir, kendisi değil.” Fatih Duman, Dem’de, sizi, Telli Baba’nın gizem ve hüzün dolu öyküsünü okumaya davet ediyor…
İnsan derdini anlatmak için onlarca yol bulabilir belki kâri. Kimi söyler, kimi ağlar, kimi kaçar gider ve kimi de yazar. Ama bence en asil olanı susmak. Ben yazmayı söylemekten değil de susmaktan bir cüz olarak görenlerdenim. Yazarak susmak diye bir hâl bu bahsettiğim. Kendine saklamaya gücünün yetmediklerinin ardına saklanmak bir çeşit. Tanımadığın, tanışmadığın biriyle dertleşmek gibi. Hem söylemek hem de söylememek yani. … Bu kez sana değişen, başkalaşan hatta bence kötüleşen ne varsa –elbette kendimce– ondan bahsetmek istedim. Bizim mahallemizden, bizden, bizim gibilerden. Bir mahalle bakkalında leblebi tozunu, eski bir kıraathanede şekerli oraleti, mahalle aralarında top oynayan, ip atlayan çocukları aradım bu kez. “Sen de değiştin be abi!” diyenlere hak vererek biraz değişmesini istemediklerimi, eski ve güzel olanları yazdım.
Ben yalnızca derdimden anlayacak bir kişi arıyorum, tek bir kişi… Ve işte tam da onun için yazıyorum. Cânım kâri, sen varsın, biliyorum. Çok uzak bir şehirde belki ya da bir defa yüzünü görme ihtimalim hiç olmasa da ve hiç tanımayacak olsak da birbirimizi ben yine de senin var olduğunu ve bir yerlerde hayalime ortak olduğunu, dualarıma ‘âmin’ dercesine yazdıklarımı okuduğunu biliyorum. Zira, bence yazmak da dua etmek gibi… Ve bizim gibilerin kitaplara sevdası şunun için biliyorum, zira kelamın da, kalemin de ve gönlün de sahibi olan, “Oku” diyor hepimize. Biz, “Neyi?” diye bile sormaktan aciziz oysa. Ya da hadi itiraf edelim; gafiliz… Ama mademki O, sözüne “Oku” diye başladı, işte onun içindir sevdamız kitaplara… Ama ben yine de eski bir İstanbul kıraathanesinde, tahta iskemlelere oturup da ince belliden demli çaylarımızı yudumlarken dertleşip de söylemek isterdim sana bunları… Cânım kâri! Sen var ol, ol ki hayalime bir sırdaş olduğuna inanayım.
İnsan derdini anlatmak için onlarca yol bulabilir belki kâri. Kimi söyler, kimi ağlar, kimi kaçar gider ve kimi de yazar. Ama bence en asil olanı susmak. Ben yazmayı söylemekten değil de susmaktan bir cüz olarak görenlerdenim. Yazarak susmak diye bir hâl bu bahsettiğim. Kendine saklamaya gücünün yetmediklerinin ardına saklanmak bir çeşit. Tanımadığın, tanışmadığın biriyle dertleşmek gibi. Hem söylemek hem de söylememek yani. … Bu kez Muhabbet Yazılarına daha içimi yakan hatta bazı vakitler beni sinirlendiren meseleler ile ilgili yazdıklarımla devam edeyim istedim. “O Balonda Babamın Nefesi Var” diyen bir şehit çocuğunun cümlesi dolandı durdu zihnimde. Sanırım hiçbir zaman unutmayacağım ve zihnimden çıkaramayacağım bir cümle bu benim için. İçimi yakanları sana anlatayım istedim. Ama daha önce olduğu gibi bu kez de hayret ettim benim içimi yakan kelimelerin kâğıtları nasıl yakmadığına.
Zafer, inanmaktır kâri. Ve bazıları ölseler de zafer kazanırlar… Bu millet asırlardır bir sancağın altında ve bir bayrağın gölgesinde yaşadı. O gölge var oldukça ve o sancak elde durdukça kardeşlik daim oldu. Çok eski vakitlerde safran sarısı bozkırlarda atlarını güneşin battığı yöne süren atalarımız bizim yaşadığımız bu vakitleri ve bu toprakları hayal ettiler. Hayallerinin uğrunda her şeylerini terk ettiler. Bu bayrak dalgalansın ve Allah’ın ismi gök kubbede yankılansın diye çok acı çekti, çok can verdi ve çok çileye katlandılar. İslam sancağını ellerine alıp, Allah’ın adaletini dünyaya yaymak için zalimin karşısına dikildiler. … Şimdi bu sayfaları araladığında seni asırlar öncesine götüreceğim ve bu diyarlarda nasıl geldiğimizi fısıldayacağım kulağına… Orta Asya bozkırlarından çıkıp İstanbul önlerine kadar at koşturan ecdadın içini yakan fetih ateşini ve “Kızılelma” mefkûresini anlatacağım. Sesleri duyuyor musun? Şöyle diyorlar: “Davamız nizam-ı âlem, menzilimiz Kızılelma ve maksadımız i’la-yı kelimetullah’tır…”
“Bazıları vardır ki yaşarken ölüdürler ve bazıları da ölüyken diri. Gönlü ölü olanın bedeni diri olsa da ölüdür. Gönlünün sırrını bilen ölse dahi diri… Ölmek dedikleri o sebeple hep aynı değildir işte. Bu âlemi ölü gibi yaşayanlar öte âlemde diri gibi dolaşırlar” dedi Yahya Efendi. Gözlerini kısarak Beşiktaş sırtlarından deryaya bakıyordu. Ölüm bedeni öldürüyor lakin gönlüne dokunmuyordu insanın. … Eskiler İstanbul’un dört manevi muhafızı var diye inanırlarmış. İşte Yahya Efendi o dört manevi muhafızdan biri… Ölse de vazifesi bitmeyen bir gönül eri… Cihan Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın sütkardeşi İstanbul’un sahipleri toprağın üstünde yaşayanlar değil, altında yaşayanlardır. “Ölümsüz bir aşk mı istiyorsun o vakit ölümsüz olan bir sevgiliye âşık ol” diyor eskiler işte ben de öyle bir âşıktan bahis açıyorum bu kez. Bu dünyadan göçüp giden ama ölmeyen birinden… Yahya Efendi’den… Zira Yunus’un da dediği gibi “Âşıklar ölmez…” … Ölenler yok mu oluyorlar sanıyorsun kâri? Ya ölmeyen ölüler de varsa?
Cânım kâri, görmek bir şeye hudut koymaktır belki. Ya görmeden yaşayanlar, bizim anladığımız gibi dünyayı anlamayanlar? Hem görmek için illa göz mü gerekir ki? Bence hayır. Bazıları bakmasa da görür, gözleri görmese de bilirler… … Hayal mi gerçek; gerçek mi hayal kestiremediğim zamanlarım oluyor benim de. Ve bazı şeylerin hayali güzel kendisi değil, biliyorum. Bu kez kendi hayal ettiğim birinin hayalleriyle kuruyorum cümlelerimi ben. Kitabı okuyup da bitirdiğinde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın. Ama şimdiden söyleyeyim ki hayal gerçek gibi değil, sınırı, saati, yeri ve hududu yok. Belki de bunun için güzel ve hayali olmayanlar bunun için eksik belki de… … Bu hikâyeyi uzun zamandır taşıdım gönlümde. Zaman geçtikçe unuturum sandım ama unutmadım. Her defasında yeniden ve yeniden hatırladım. İçimizde her vakit var olan birinin dilinden, kibrin dilinden bir derdi anlatmak için düşürdüm gönlümü bu satırlara. Kibrim galip gelmesin diye kendimi onunla anlattım. Hayal ettim ve hayalime inandım. Hem yaşadığımız her şey bir rüya ise ve biz ismine “hayat” diyorsak?
Ayasofya, İstanbul’un tapusudur kâri. Neden çekineyim ki! Hatta bu topraklarda “inandım” diyerek yaşayan her kim varsa hepsinin namusudur. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse başlar, orada hayal, dava, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan söz de tükenmiştir. Hem biliyorum sen de ben gibi hissedersin kâri. Lakin sormak icap eder şimdi; bir benim mi ağrıma gidiyor ecdadın başlarını secdeye koyup da ibadet ettikleri yerlere ayakkabılarla basıyor olmak? Bence hayır, senin de benim de ve biz gibi pek çoğunun da ağırına gidiyor biliyorum. İşte belki de bunun için Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak gibi, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak gibi… Bu okuyacağın, Ayasofya’da alnını secdeye koymadan ruhunu teslim etmekten korkan birinin duasıdır. Belki de bu duaya ‘’âmin’’ denilsin diye yazılmıştır bu kitap.
Bir şehrin sahipleri o şehrin toprağının üzerinde yaşayan, gezen, adım atanlar değildir. O şehre gönül verip o toprağın altında ölseler bile hâlen dahi diri bir gönülle yatanlardır bence. Bu kez de Şemseddin Sivasî için gecelerimi günüme ilikledim ben. Aylarca onu okudum, onu dinledim, onu düşünerek uyudum, onunla ilgili cümlelerle uyandım hep. Bir şehri sevmek ne demektir ve bir şehre gönül vermek ne demektir ondan öğrendim. … Yine gönlüm derde düştü kâri, bir sır var içimde bilmem ki nerede düştü? Beraber arayalım ister misin? Aynı derde düşelim, aynı sırrı bölüşelim ve geçelim bu zamanın onca derdinden de bir eski vakitte Sivas’ta buluşup Şemseddin Sivasî dergâhına göçelim. … Bu kez seni gözleri görmeyen bir adamın dilsiz, lâl bir kâtibe yazdırdıklarıyla çağırıyorum hayallerime. Gönüller almak için yollara düşmüş birini onlar anlatıyor bize. Peki nasıl olacak da anlatacaklar? Birinin gözleri âmâ, görmüyor; diğerinin dili lâl, konuşamıyor…
İnsan derdini anlatmak için onlarca yol bulabilir belki kâri. Kimi söyler, kimi ağlar, kimi kaçar gider ve kimi de yazar. Ama bence en asil olanı susmak. Ben yazmayı söylemekten değil de susmaktan bir cüz olarak görenlerdenim. Yazarak susmak diye bir hâl bu bahsettiğim. Kendine saklamaya gücünün yetmediklerinin ardına saklanmak bir çeşit. Tanımadığın, tanışmadığın biriyle dertleşmek gibi. Hem söylemek hem de söylememek yani. Şimdi de bir muhabbet halkası kuruyorum kendi içimde. İsmine “muhabbet yazıları” diyorum bunun. Sen sever misin adını bilmem ama ben sevdim. Her derdime bir sır verip üç ayrı kitap olsun istedim. Sözleşmiş gibi bir kıraathanede çaylarımızı yudumlarken dertleştiğimizi, muhabbet ettiğimizi hayal ettim. Söyleyince dinleyen bulunmuyordu yazınca olur diye düşündüm. Canım kâri, say ki bir dostun içini dökmesidir bu. Dua eder gibi sessiz feryat etmesidir. Önce kendinde gördüğü kusurları bir bir aşikâr etmesidir. Gönlünde taşıdıkları her dağıldığında “Topla Allah’ım” diye dua etmesidir.
Bir ses var insanın içinde… Hiç susmayan, hep konuşan… Şimdi sus ve kendini dinle kâri. Dinle ki hâlâ sesler geliyor içinden. Sussan da susamıyorsun. Durduramıyorsun içinden gelen bu sesi. İsmine “nefs” diyorlar. Diler misin bu kez biz konuşalım o içimizdeki nefsle? Aşk diyarına Hüdâyî kapısından girip nefs ile cenk edelim ister misin? Şimdi nefsinle konuşacağın bir hikâye anlatacağım sana kâri. Nefsinin konuşacağı bir hikâye… Sen de ki “hayal,” ben diyeyim ki “muhal, imkânsız.” Lakin şunu bil; ben inandım ki içimize bunları düşüren dahi nefsimizdir. Bizi durduran ve kandıran da nefsimizdir. Ve hatta şu anda içinde bir ses varsa ve “Okuma bu kitabı, bırak” diyorsa sana, inan ki o da nefsinin sesidir. Hem her kitap bir kişi için yazılır kâri. Belki de bu kitap yalnızca senin için yazılmıştır…