In this good-natured satire upon dictatorship, George Orwell makes use of the technique perfected by Swift in The Tale of A Tub. It is the history of a revolution that went wrong- and of the excellent: excuses that were forthcoming at every step for each perversion of the original doctrine. The animals on a farm drive out their master and take over and administer the farm for themselves. The experiment is entirely successful, except for the unfortunate fact that someone has to take the deposed farmer’s place. Leadership devolves almost automatically upon the pigs, who are on a higher intellectual level than the rest of the animals. Unhappily their character is not equal to their intelligence, and out of this fact springs the main development of the story. The last chapter brings a dramatic change, which, as soon as it has happened, is seen to have been inevitable from the start.
Franz Kafka, Dava’da bir sabah hiç bilmediği bir suç yüzünden tutuklanan Josef K.’nın öyküsünü anlatır. Kitap, Josef K.’nın belirsizlikler içerisinde seyreden davasıyla ilgili verdiği mücadeleyi ve masumiyetini ispatlama çabasını takip ederken hukuk düzeni ve adaletle çevrelendiğini düşünen çağımız insanını korkunun egemen olduğu ve hukukun ters yüz edildiği bir evrene sokar. Bu distopik evrende, yazarının deyimiyle asla gerçek bir aklanmışlıktan söz edilemez. Kafka, bu zamansız distopyayla özgürlük ve hukuk kavramı üzerine düşüncelerimizi sorgulatıyor. Kafka’nın absürt bir hikâyeyi anlattığı romanı Almanca aslından Türkçeye çevrildi.
Heyecanla beklenen sıradan bir doğum, ‘küçük’ Benjamin’i Baltimore’daki hastane odasına ölümün hemen eşiğinde bırakır. Doktorların, anne ve babasının onu gördüklerinde yaşadıkları hayreti giderecek hiçbir açıklaması yoktur. Hiç de sıradan olmayan bu yetmişlik koca bebeği ne yapacaklarını ya da çevrelerine nasıl açıklayacaklarını bilemez hâlde hastaneden ayrılırlarken başlar işte Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi. F. Scott Fitzgerald’ın bu kısacık öyküsü, Hollywood stüdyolarında iki saati aşkın keyifli bir filme dönüşürken çok daha geniş kitlelerin de onu tanımasını sağlayacaktır.
Bu kitap, Safahat’ın yedi kitabından seçtiğimiz şiirlerden oluşmaktadır. Seçtiğimiz şiirlerin, kolay anlaşılır ve Âkif’in düşünce dünyasının özeti mahiyetindeki şiirler olmasına özen gösterilmiştir. Şiirlerin anlaşılmasının önünde engel teşkil edebileceğini düşündüğümüz kelimelerin anlamları da sayfa altlarına eklenmiştir. Bu seçki, Âkif’in daha iyi anlaşılması için küçük de olsa bir hizmet görürse amacına ulaşmış sayılacaktır.
Kafka’nın 1919’da babası Hermann Kafka’ya yazdığı ama yerine ulaşmayan bir metin bu. Dolayısıyla eleştirmenler arasında Babaya Mektup’un gerçekten bir mektup mu yoksa kurgu mu olduğu konusu çok tartışıldı. Almanca aslından Türkçeye çevrilen Babaya Mektup, dünya edebiyatının en önemli isimlerinden Franz Kafka’nın en mahrem ve duygu dolu düşüncelerini yansıtıyor.
Yeşilin Kızı Anne, Lucy Maud Montgomery’nin cümlelerinde âdeta parıldayan içtenliği ve gerçekçiliği sebebiyle hep sevildi. Sinemaya uyarlandı, çizgi filmi yapıldı, çocuklar için kısaltıldı. Son olarak, Anne with an E adındaki uyarlama Netflix dizisiyle herkesin kalbinde taht kuran bir romantik kahramana dönüştü. Erkek çocuk evlat edinmek isteyen Marilla ve Matthew kardeşlerin planları, beklenmedik bir durumla sarsılır. Green Gables’a gönderilen çocuk; duygusallığı, samimiyeti, kızıl saçları ve sonu gelmez merakıyla sevimli mi sevimli bir kız çocuğudur. Adının sonuna eklediği ‘E’ harfiyle muzipliğini tamamlayan Anne isimli bu yaramaz, sadece ihtiyar kardeşlerin değil, dokunduğu herkesin hayatını, renklerin birbiriyle kaynaştığı tablolara dönüştürür. Çatı katındaki odasının penceresinden kurduğu hayallerdir bu tabloların fırça izlerinde okuru bekleyen. Anne, ölümsüz Alice’ten sonra edebiyat dünyasındaki en gözde, en sevilesi çocuktur. – Mark Twain
Stefan Zweig, en çok okunan eserlerinden olan Satranç’ta, bir geminin seçkin yolcuları üzerinden toplumsal düzenin karmaşasını, bugünün geçmişin izlerini nasıl silinemez şekilde içinde sakladığını ve acımasız siyasi otoritenin yarattığı travmaların beklenmedik sonuçlarını, aklın sınırlarını zorlayan bir dönemin gerçekliği içinde anlatıyor. Satranç şampiyonu Czentovic’te, cehaletin içindeki gizli dehayı; Doktor B.’nin aklının soyut düzleminde oynadığı satrancında ise sessizce katlanılan bir acizliği görüyoruz.
20. yüzyılın en hümanist yazarlarından Stefan Zweig’ın bu eseri üç farklı öyküyü içeriyor: “Ay Işığı Sokağı”, “Kadın ve Manzara” ve “Leporella”. “Ay Işığı Sokağı”, Fransa’nın bir liman kentinde tanımadığı insanların acılı hayatlarına tanıklık etmek durumunda kalan bir seyyahı; “Kadın ve Manzara”, güneşin kasıp kavurduğu bir yaz günü yağmuru ve şefkati arayan çölleşmiş yürekleri; “Leporella” ise uyumsuz ve yabani bir hizmetçinin patronuna gösterdiği takıntılı itaatin dehşet verici sonuçlarını ele alıyor. Zweig bu öykülerde, saplantılı düşünce ve deneyimlerin, bireylerin hayatlarını nasıl kolayca değiştirebileceğini gösteriyor.
Beyaz Diş, soylu ve onurlu bir vahşi kurt-köpek kırmasının zihninden bakılarak hayatın acımasızlığını, sevgi ve şefkat eksikliğinin yol açtığı dramatik olayları konu edinir. En vahşi canlının bile bu yüce duygulara duyduğu ihtiyacı bütün gerçekçiliğiyle dile getiren roman, tematik özellikleri ve Alaska, Kanada gibi karlı coğrafyaların zorlu yaşam koşullarını gözler önüne sermesi bakımından dünya klasiklerinden biri olma özelliğini fazlasıyla hak eder
Genç Werther’in Acıları, Goethe’nin mektup-roman tarzında kaleme aldığı ilk romanı. Şehrin kalabalığından bunalmış, dingin bir yaşamla yetinmeyi arzulayan bir genç adam Werther. Taşındığı küçük kasabada tam da özlemini çektiği mutluluğa eriştiğini düşünürken, dostu Wilhelm’e yazdığı mektuplarına acı kelimeler damlamaya başlar. Umutsuz bir aşka kapılan Werther, her geçen gün daha fazla acı çekmeye başlar. Genç Werther’in Acıları, yazıldığı ilk günden bu yana dünya edebiyatının en çok okunan eserlerinden biri olmuş ve milyonlarca okurun kalbinde müstesna bir yer edinmiştir. Almanca aslından Türkçeye çevrilen kitap, aşk acısı denince hâlâ akla gelen ilk roman olma özelliğini koruyor.
Tolstoy’un bilişsel serüvenini özetlediği İtiraflarım, yazarın, hayatın anlamını kavramaya yönelik sorularıyla biçimleniyor. Kitabı okuduğunuzda kesin ve gerçek bilginin Descartes’ın tavrıyla, gerçekten de her şeye duyulan mutlak bir şüpheyle başladığını fark edeceksiniz: “Kesin bir gerçek bilgi, inanca dayalı bütün bilgileri bir kenara bırakıyor, her şeyi mantığın, deneyin yasalarına göre yeniden yapılandırıyordu. Buna rağmen hayata dair sorulara hâlihazırda sahip olduğum belirsiz cevaptan başka bir yanıt vermiyordu.”
Nietzsche’nin, fikir dünyasının zirvesine yerleştirdiği eseri Böyle Buyurdu Zerdüşt, düşünürün olgunluk çağını temsil eder. Anlatmak istediği her şeyi, son kitabı olan bu eserde özetlediğini söyler: “‘İyi olan nedir?’ diye soruyorsunuz. Cesur olmak iyidir. İzin verin küçük kızların konuşmasına. İyi olmak, aynı zamanda güzel ve dokunaklı olmak demektir. Size kalpsiz diyorlar. Ama gerçek, sizin kalbiniz; seviyorum sizin samimi utancınızı. Sizler kendi selinizden utanıyorsunuz, diğerleriyse sularının çekilmesinden.” Nietzsche’nin “herkes ve hiç kimse için” yazdığını söylediği bu başyapıt, Almanca aslından Türkçeye çevrildi.
Eğitimci Jules Payot, İrade Terbiyesi’nde, tembellikten arındırılmış sağlam bir zihni nasıl yaratabileceğimizi anlatıyor. Çabalamayı asla bırakmamamızı, arzu ettiğimiz hayata ulaşabilmemiz için zaruri bir terbiyeye ihtiyacı olan irademizi sürekli sınavdan geçirmemizi öğütlüyor. Özellikle gençlere ve zihin işçilerine seslenen Payot, safsatalardan, tembel arkadaşlardan, dikkatimizi dağıtacak ve azmimizi azaltacak durumlardan nasıl kaçınabileceğimizi açıklıyor.
Tanınmış sosyolog Gustav Le Bon, ilk kez 1895 yılında yayımlanan Kitleler Psikolojisi’nde, özgürce düşünebilen bireyler ile mantık dışı fikirlere kapılan bilinçsiz toplulukları karşılaştırarak kişilerin bir kitleye mensup olduklarında nasıl davranışlar sergilediklerini ele alıyor. Le Bon, toplumların neden bazı olguları karakteristik biçimde benimsediklerini de tüm detaylarıyla inceliyor. Günümüz toplumu için hâlâ geçerliliğini yitirmediğini göreceğiniz bu eser, aynı zamanda psikoloji alanının da önemli yapı taşlarından biridir.
Kitabın isimsiz anlatıcısı, Yeraltından Notlar’ı için “edebiyattan ziyade kendimi ıslah çabası” der. Ama satırlarını okuyan herkesin yerine haklı isyanını dile getirdiğini hatırlatır. Çürümekten, alışmaktan uzak durmak için yazmıştır Yeraltı Adamı: Biliyorum; belki söylediklerime kızacak, bağıracak, ayak direteceksiniz. “Yalnızca kendi adınıza, yeraltındaki sefaletiniz hakkında konuşun ve sakın ‘biz hepimiz’ demeye cüret etmeyin!” diyeceksiniz. Beyler, affedersiniz ama bu hepimizcilikle kendimi haklı çıkarmaya çalıştığım yok.
Geçmişi kontrol eden, geleceği de kontrol eder: Şimdiyi kontrol eden, geçmişi de kontrol eder. Her şey 1984 yılında geçer. Birbiriyle mütemadiyen savaşan üç büyük gücün elinde bölünmüş bir dünya, mutlak güce sahip bir Parti, kapanması yasak tele-ekranlarla her hareketi denetleyen Düşünce Polisi, her şeyi izleyen Büyük Birader ve diğer tüm düşünce biçimlerini imkânsız hâle getirmek için oluşturulan “Yenidil”. Gerçek Bakanlığı’nın altındaki Arşiv Bölümü’nün gözlerden ırak odalarında, Parti’nin ihtiyaçları-na göre geçmişi yeniden yazan Winston Smith’in oyununda arka plan bu kâbustur işte. Herkesi dilediği gibi kontrol eden bu totaliter dünyaya karşı içinde isyan tohumları büyüyen Winston, hakikat ve özgürlüğe duyduğu özlemin yanında aşka da kayıtsız kalamayacaktır. Yirminci yüzyılın en çok okunan ve en etkili kitaplarının başında gelen George Orwell’in distopik başyapıtı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, dönemler değişse de varlığını sürdüren tota¬liter dünya düzenine tutulmuş bir ayna olmayı sürdürüyor.
Kutsal kitaplarda şöyle bir hikâye geçer: Bir zamanlar güçlü, zalim bir hükümdarın sarayının duvarlarında ateşle yazılmış kelimeler varmış: “Mane tekel fares!” Bu kelimeleri hiç kimse anlayamamış. Hâkim Danyal, kelimeleri şöyle yorumlamış: “Bu ateşten yazılar, ilginç bir olayın geleceğini haber veriyor. Bunların anlamı şudur: Devlet, artık yaşama gücünü yitirmiştir. Kaçınılması imkânsız bir sona, yani yıkılmaya mahkûmdur. Tarih onlar hakkındaki kararını verdi: Mane tekel fares!” Atatürk’ün okullarda okutulmasını tavsiye ettiği Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde bir milletin bütün olumsuz koşullara rağmen nasıl ayağa kalkabileceğini adeta kalplere dokunarak gösteriyor.
Toplum Sözleşmesi, Fransız Devrimi’nin felsefî zeminini hazırlayan eserlerin başında geliyor. Batı dünyasını şekillendiren temel siyaset teorilerinden biri olarak da görebileceğimiz Toplum Sözleşmesi’nde Rousseau, sınıf ayrımı gözetmeksizin her bireyi kanun önünde eşit kabul etmek gerektiğini savunur. Bireysel özgürlüklerin güvence altında olduğu, genel iradeye ve mutabakata dayanan sistem, “gönüllü köleliği” de ortadan kaldıracaktır. Rousseau’nun yazıldığı ilk günden beri sürekli tartışılan bu klasik metni, siyaset bilimine; mülkiyet, halkların egemenliği, genel irade gibi kavramları armağan etmiştir. Bununla da kalmayıp, çeşitli demokrasi modellerinin nasıl ve hangi koşullarda gerçekleşebileceğinin altını çizerek demokrasi teorilerine bugün bile katkı yapmayı sürdürmektedir.
Anton Çehov insanların birbirleriyle ilişkilerini, bu ilişkilerdeki incelikleri, aksaklıkları, karakterlerin sevgi ya da sevgisizlikleriyle yol açtıkları insanlık durumlarını olanca gerçekliğiyle gözlemlemiş, sonra da bir ressam titizliğiyle tiyatro eserlerine yansıtmayı başarmış bir yazar. Çehov bu oyununda, imzasını “Martı” diye atan Nina’dan, Konstantin Treplev’in vurduğu ölü martıya; göl üzerinde özgür uçan martılardan, ikide bir martı olduğunu söyleyen Nina’nın oyunculuk tutkusuna kadar her şeyi gizemli bir martı imgesinin etrafında örmüştür.
Bütün Hayvanlar Eşittir. AMA BAZI HAYVANLAR ÖTEKİLERDEN DAHA EŞİTTİR. George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ten sonra dünya çapında en çok okunan ikinci başyapıtı olan Hayvan Çiftliği, kötü muameleyle ağır koşullar altında çalıştırılan hayvanların eşit, özgür ve mutlu olacakları bir düzen hayaliyle zalim çiftlik sahibi Bay Jones’a karşı ayaklanmasıyla başlar. Hayvan Çiftliği, ilk kez yayımlandığı 1945 yılından beri çok geniş yankı uyandırmış, alegorik nitelikler taşıyan siyasi bir yergidir. Doğrudan doğruya bir Stalin rejimi eleştirisi kabul edilen romanın bazı karakterleriyle dönemin siyasi figürleri arasındaki benzerlikler kolayca görülebilir. Ancak bu benzerliğin ötesinde Orwell, insanlığın hemen her dönemde maruz kaldığı otoriter gücün yıkıcı tahakkümünü keskin hicviyle masalsı bir romana dönüştürmüştür. Hayvan Çiftliği adaletsizliğe, kaba kuvvete ve özgürlüklerin kısıtlanışına karşı yükselttiği güçlü sesiyle güncelliğini koruyan çağdaş bir klasik.
Jack London, otobiyografik hikâyelerden oluşan bu kitabında, “Yol”da geçirdiği günleri anlatır. “Kanımda var” dediği seyahat tutkusuyla yerinde duramadığı hayatından kesitler sunan London’ın, tren kovalamaktan yiyecek dilenmeye kadar farklı yüzlerine tanıklık ettiği serseri yaşantısının izini süreriz her macerada. Onun bu sıra dışı deneyimleri doğal ve içtenlikli üslubuyla okuyucusunu olayların içine çeker. Ayrıca Yol, Amerika’daki ekonomik bunalımların doğurduğu “Büyük Buhran”da, hayata çok kötü şartlarda tutunmaya çalışan Amerika’nın kayıp kuşağının da hikâyesidir.
Virginia Woolf’un denemelerinden oluşan Kendine Ait Bir Oda, toplumsal cinsiyet ve kadınların yazıya gönül vermesinin önündeki engeller üzerine yazılmış bir manifesto niteliği taşıyor: “Düşünsel özgürlük maddi şeylere bağlıdır. Şiirse düşünsel özgürlüğe bağlıdır. Ve kadınlar her zaman yoksuldu. Hem de yalnızca son iki yüz yıl için değil, tarihin başından beri yoksullar. Kadınlar, Atinalı kölelerin oğullarından bile daha az düşünsel özgürlüğe sahip olmuşlardır. O halde, kadınların zerre kadar şiir yazma şansı olmamıştır. İşte bu nedenle paranın ve insanın kendine ait bir odasının olmasının önemini bu kadar vurguladım.”
Aleksandr Puşkin’in tarihsel olaylar üzerine inşa ettiği ünlü romanı Yüzbaşının Kızı, romantizmle başlar. Daha sonra okur, Rusya’nın çarlık döneminde yaşadığı çalkantıları izlerken bulur kendisini. Akıcı dili, toplumcu gerçekçi yaklaşımıyla eser, mutlak iyi yada kötünün neden var olamayacağını hatırlatır: “İşte o an köylü, yataktan fırladığı gibi baltayı kaptı ve dört bir tarafa rastgele sallamaya başladı. Kaçmak istedim, fakat yapamadım. Oda cesetlerle dolmuştu. Ölü bedenlere takılıyor ve kanlara basıp kayıyordum. Korkunç köylü bana sevecenlikle sesleniyordu. ‘Korkma, gel de bir hayır duamı al’ diyordu. Üzerimi panik ve dehşet sarmıştı. Tam o sırada uyandım.”
Puşkin’in Yevgeni Onegin’den sonraki en önemli eseri Rusça aslından Türkçeye çevrildi.
devamını oku
Yirminci yüzyılın usta kalemlerinden Virginia Woolf’un edebiyata armağanı “zihin akışı tekniği”yle Deniz Feneri’nde tanışıyoruz. Abartıdan uzak, sahici roman karakterlerinin gündelik hayatında gezinirken; kuşak çatışması, Viktoryen Dönemi’nin kadın ruhu ve sınıfsal çatışma üzerine düşünüyorsunuz. Benzerine az rastla¬nır bir yalınlıkla insanların iç dünyalarına eğilen Woolf, zıtlıklar, ironiler ve tahlillerle eserini ölümsüz kılıyor.
Gerçekçi anlatımın en başarılı temsilcilerinden kabul edilen Jack London, büyüleyici Kutup tasvirleriyle başladığı romanında, okurlarını kapitalist dünyayı dize getirecek bir kahramanla tanıştırır: Yanan Günışığı. London, Kanada’nın Yukon bölgesindeki “altına hücum” yıllarından New York’taki borsa oyunlarına uzanan romanında, iş dünyasının kirli yüzünü gözler önüne serer. Tüm zorluklara kafa tutan kahramanımız, herkesi dişlileri arasında ezen dünyanın karşısına dikilen en büyük savaşçılardandır. Yanan Günışığı sadece altın arayan bir Kuzeyliyken Amerika’nın sayılı iş adamlarından biri olana kadar durmaksızın çalışır. Bu mücadelede, hayatını ortaya koyduğu bir kumar oynar. Üstelik bu oyundaki oyuncular hiç de masum değildir. London’ın parlak düşler, coşkun anlar ve muhteşem tasvirlerle kurduğu bu dünya, herkesin kendisini sorgulamasını sağlıyor: Her şeyi kaybetmeyi ne uğruna göze alırsınız? Sürükleyici anlatımıyla dikkat çeken Yanan Günışığı romanı, birçok kez sinemaya da esin kaynağı oldu.
devamını oku
Tom Sawyer’ın Maceraları, Mark Twain’in kendi çocukluğunun büyülü dünyasından izler taşır. Masumiyetin arketipi olarak zihinlerde yer eden kibar ve uslu çocuk imajını bozup köklü bir değişikliğe uğratan Twain; yetkin bir pedagog yahut ruh hekimi gibi çocukluğun ruhsal dünyasına girer.
Tom akıllı, iyi kalpli ama uçarı bir çocuktur. Çevresindekileri sık sık üzer, perişan eder. Sıra dışı hayalleri onu diğer çocuklardan ayıran en belirgin özelliğidir. Maceralara atılmak, ünlü bir korsan olmak, çete kurmak gibi hayaller…
devamını oku
Tolstoy’un yayımlanan ilk romanı ve yarı otobiyografik üçlemesinin birinci bölümü Çocukluk, onun Yasnaya Polyana’daki evde geçirdiği hayatının erken dönemlerine götürür bizi. 1800’lerin ortalarında zengin bir Rus toprak sahibinin on yaşındaki oğlu Nikolay’ın yaşamı, hayal gücü ve korkuları bütün duygu değişimlerinin olağan karmaşası içinde betimlenirken, çevresinde olup biten her şeyi merak ederek büyüyen bu içli çocuğun dünyayla tanışmasına ortak oluruz.
ir Delinin Anıları, Flaubert’in çağının ötesinde kaleminin ve edebî derinliğinin habercisi gençlik eserlerinden. Flaubert’in henüz on yedi yaşındayken kaleme aldığı roman, kimilerine göre aşka adanmıştır. Kimileriyse “anomali” hayat tarzının manifestosu olarak görür onun satırlarını. Fransızca aslından çevrilen bu otobiyografik kurgu, onun çalkantılı duygu dünyasının da bir tezahürü: “Daha gençken, yaşlanmıştım. Yüreğim kırışıklıklarla kaplanmıştı. Hâlâ dinç, coşkulu, inançlı ihtiyarlarla karşılaştıkça, böylesine gençken, hayattan, aşktan, utkudan, Tanrı’dan, var olan ve olabilecek her şeyden bu denli düş kırıklığına uğramış birine döndüğüm için kendi hâlime acı acı gülmekteydim… Uçurumun kenarına vardığımdaysa gözlerimi kapadım… İçine düştüm.”
devamını oku
Hayatını lüks bir şekilde idame ettirebilmek için bütün imkânlara sahip ama hayatla bir türlü barışamayan güzel ve alımlı bir genç kadın olan Irene, bir müzisyenle tanışır. Evliliğinde mutludur ama karşı konulamaz biçimde müzisyeni hayatına dâhil eder. Heyecan, tutku, beğenilme arzusu benliğini ele geçirir. Her şey yolunda giderken korkuyla tanışır Irene. Tanımadığı bir kadının tehdit ve şantajıyla üzerine salınan bu yabancı duygu, hayatını bir anda altüst eder. Kaçtıkça bataklığa saplanır. Hâlbuki hiçbir kaçış, cezadan daha ağır değildir. Oysa cezaya razı olmak, ruhu özgür bırakır. Irene ise bunu çok geç anlayacaktır.
Muallim Naci, Ömer’in Çocukluğu’nda birçok insanın hatırlamakta güçlük çekeceği erken çocukluk dönemini hatırat şeklinde kaleme alır. Okuyucularını 1800’lü yılların İstanbul sokaklarında dolaştırır. Aile hayatından esnaf ilişkilerine, dönemin eğitim sisteminden dinî ve sosyal hayata kadar birçok konuda derinlikli tahliller yapar.
Hayatı boyunca savaş ve kıyıma karşı duran Stefan Zweig’ın kısa öyküsü Mecburiyet’te kendi düşünce dünyası oya gibi işlenmiştir. Savaş sebebiyle İsviçre’ye sığınan Ressam Ferdinand’ın resmî evrakla askerlik için ülkesine çağrılması sanatçıyı inanç ikilemine sokar. Karısı Paula ile girdiği derin tartışmalar sayesinde; kutsiyet atfedilmiş bazı kavramların vicdanımızla dünya gerçekliği arasında sıkışıp kalmamıza sebep olduğunu fark ediyoruz. 1920’lerden bugüne değin çok az şeyin değiştiğini kabullenmeye “mecbur” kalıyoruz. Almanca aslından titiz bir çalışmayla çevrilen Mecburiyet, savaşın ezici tahakkümünden çok çekmiş bir yazarın sancılarını taşıyor: “İnsanlıktan başka vatanım yok ve amacım insan öldürmek de değil.”
devamını oku
Dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Stefan Zweig, “O muydu?” adlı öyküsünde, polisiyeyi anımsatan bir kurguyla “şüphe” duygusunu, hikâyenin kahramanlarının iç dünyasından okuyucuya yansıtıyor. Okur, telafisi ve çözümü pek de kolay olmayan şüphenin, bir insanın bütün hayatını nasıl etkilediğine şahit oluyor.
Huzurlu bir İngiliz kasabasında geçen bu elim ve kimsenin görmediği olayın faili gerçekte kimdi? Psikolojik açıdan yoğun karakterlerin yazarı Zweig, bu hikâyesinde de kıskançlık, sadakat, çaresizlik ve sevgi gibi insana özgü duyguları, hayvan sevgisi ve nefretiyle birleştirerek, okuyucunun dikkatine sunuyor
devamını oku
Stephen Crane’in en popüler kitabı Canavar, köleliğin yasalarla resmi olarak kaldırılmasından çok kısa süre sonra, ilk kez 1898’de yayımlanmıştır. Hikâye, Whilomville adlı kasabada yaşayan siyahi bir gencin kendi hayatını hiçe sayarak beyaz ırktan bir çocuğu yangından kurtarması ve ardından gelişen olayları konu alıyor. Yüzü yanan bu genç adama karşı örülen duvarlar, önyargılar ve uygulanan tecrit, onu ten renginin yarattığı sorunların bile çok ötesine itiyor. Beklenmedik bir kıvılcımın nasıl da trajediye dönüştüğünü anlatan Crane, gerçek canavarın kim olduğunu sorgulatıyor.
Lewis Carroll’ın çocukların hayal gücünü, yetişkinlerinse mantığını besleyen muhteşem öyküsü Alice Harikalar Diyarında, yazıldığı günden bu yana, içgüdülerini dinleyen herkese rehberlik ediyor. Tavşanın peşine düşüp birbirinden harikulade dünyaların kapısını aralayan Alice’in macerası, İngilizce aslından Türkçeye eksiksiz çevrildi.
1878’de yayımlanmasının ardından beklenmedik bir başarı yakalayan, Anna Sewell’ın tek romanı Siyah İnci, ilk gençlik yıllarını sevgi dolu bir çiftlikte geçirdikten sonra ailesinden koparılarak sürekli el değiştiren bir atın, Siyah İnci’nin hikâyesini, yine bizzat onun ağzından anlatıyor. Yeni hayatında kâh köyde araba çeken, kâh büyük şehirin hengâmesinde kiralık araba atı olarak çalışan, hem nazik hem de zalim pek çok insanla karşılaşan, zenginliği de fakirliği de tecrübe eden Siyah İnci, başından geçen türlü maceralarda daima iyiliğin, dostluğun ve hakkaniyetli olmanın önemini vurgular. Anna Sewell’ın on dokuzuncu yüzyılda atların maruz kaldıkları kötü muameleleri eleştirmek ve insanları merhametli olmaya teşvik etmek amacıyla kaleme aldığı Siyah İnci, dünya edebiyatının en sevilen ve hiç eskimeyen klasikleri arasında…
Jules Verne’in düş gücünü olanca zenginliğiyle ortaya koyan Ay’a Yolculuk, üç arkadaşın uzay macerasını konu alıyor. İnsanlık Ay’a gitmeden çok önce bu keşfi zihnen gerçekleştiren yazarın ünlü romanı, Fransızca aslından Türkçeye çevrildi: Bazı dar kafalılar, bunlara verecek başka sıfat yoktur. İnsanlık, Popilius çemberinin içine hapsolmuş. Gezegenler arasındaki boşluğa çıkamadan ot gibi yaşamak onların kaderiymiş. Gerçek hiç de öyle değil ama! Bugün nasıl Liverpool’dan New York’a hızlı, kolay ve güvenilir biçimde gidiliyorsa, Ay’a, gezegenlere ve yıldızlara da gidilecek. Ay denizleri de, atmosfer denizleri de aşılacaktır. Uzaklık, görece bir sözcükten başka bir şey değildir. Yakında sıfıra indirgenecektir.
Oscar Wilde’ın, kendisinin roman yazamayacağına dair eleştirilere adeta bir cevap olarak kaleme aldığı Dorian Gray’in Portresi, yazarın en tanınmış eseridir. Bu eserinde Wilde, kendi dünyasını şekillendiren estetizmi en yalın hâliyle kurguya aktarır. Saflığı ve iyiliği temsil eden Dorian Gray’in, bir karşılaşma sonucu bütün hayatı değişir. Ressam Basil Hallward, onun güzelliğinden etkilenerek portresini çizer. Basil’in evinde Lord Henry Wotton ile tanışan Dorian Gray için bir kimlik bunalımı başlar. Lord Henry ona insan için en değerli şeyin haz ve estetik olduğunu söylerken, çok sevdiği Gray’in uğrayacağı değişimi asla tahmin edemez. Sahip olduğu güzelliğin yok olacağına üzülen Gray, kendisinin yerine portresinin yaşlanmasını diler. Ama ebedî güzelliğin bedeli oldukça ağır olacaktır
Nikolay Vasilyeviç Gogol’ün, en çok okunan hikâyelerinden Bir Delinin Hatıra Defteri ve Portre’nin yer aldığı kitapta Bir Delinin Hatıra Defteri, orta hâlli bir memurun günden güne nasıl delirip kendini İspanya Kralı ilan ettiğini gözler önüne seriyor. İvanov’un trajikomik dönüşümüyle Rus toplumunu ve bürokrasisini de ince bir dille alaya alan Gogol, Portre hikâyesinde ise yoksulluk içinde yaşayan yetenekli ressam Chartkov’un bir dükkândan satın aldığı ürkütücü portreden sonra önünde açılan iki yoldan birini seçerken nasıl bir tereddüt yaşadığını anlatıyor. Chartkov, ya yoksul kalarak sanatını icra edecek ya da dönemin sanat anlayışına ayak uydurarak şöhret ve paraya talip olacaktır. Gogol’ün, üstün mizah anlayışıyla delilik ve ihtirasın herkese dokunabilecek gerçekliğini sunduğu bu iki hikâyesi Rusça aslından çevrildi
Çocukluk dönemi; kötülüğün, çirkin huy ve davranışların henüz yürekleri bozmadığı, insanın iç güzelliğini zedelemediği yıllardır. Bu nedenle pek çok eğitimci, çocukların sevgi ve saygıya dayalı insan ilişkileri öğretilerek eğitilmesi gerektiği inancındadır. Çocuk Kalbi, Edmondo De Amicis’in (1846-1908) bu anlamda çok güçlü mesajlar veren ve bütün dünyada hayranlıkla okunmaya devam eden klasikleşmiş bir eseridir. Enrico adlı ilkokul öğrencisi, çocuk kalbiyle kaleme aldığı günlüğünde, kendisi gibi taze yüreklere iyiliğin, doğruluğun, erdem ve güzel ahlakın yolunu gösterirken hayatın bu değerlerle anlamlı hâle geleceği mesajını verir