Saltanatının ve kısa bir süre sonra da vefatının üzerinden 100 yıl geçmiş olmasına rağmen, Abdülhamid ismi halen tartışılmaya devam etmektedir. Bu eser, Sultan II. Abdülhamid’in en yakın isimlerinden biri olan Tahsin Paşa’nın, tarihin en cilveli dönemlerinde Yıldız Sarayı’nda yaşadığı tanıklıkların bir belgesidir. Padişahın sâdık ve has adamlarından biri olan Tahsin Paşa’nın bu hatıratı, konusunun uzmanı olan A.Zeki İzgöer’in titiz çalışmasıyla, eksiksiz bir şekilde okura ulaşıyor. Tarihçiler ve tarihe ilgi duyanlar için önemli bir belge kitap…
Yirminci yüzyılın en tanınmış İngiliz sosyal psikologlarından biri olan Michael Argyle’ın yurt dışında çok satan kitabı Din ve Psikoloji artık Türkçede! Kitap, din psikolojisi üzerine sıra dışı bir kitap olma özelliğini taşıyor. “Din, insan hayatının çok önemli bir parçasıdır ve psikologların bundan öğrenecek şeyleri vardır” diyen yazar, din kavramıyla psikoloji kavramını ayrı ayrı incelikle ele alıyor ve bu iki mefhumun kesiştikleri kaynak noktasına ulaşıyor. Birçok psikolog, sosyolog ve düşünürden alıntılar yapmasının yanı sıra ele aldığı konuları tablo ve grafiklerle şekil şekil gösteriyor. Psikologlar, ilahiyat öğrencileri, din psikolojisi üzerine çalışanlar veya dini derinlemesine anlama gayretinde olanlar için bulunmaz bir çalışma!
Türkiye’de (ve dünyada) İslâmcılık hiç olmadığı kadar çok tartışıldı, hâlen de tartışılmakta. Din siyaset ilişkisi başta olmak üzere, adalet, İslâmcıların talepleri, başörtüsü, din eğitimi, Kürt sorunu, Alevilik, kentleşme, kentsel dönüşüm, yoksulluk, Ortadoğu vb. konuları içeren son derece ciddi bir siyasal süreç yaşanmakta. Bu kitap, Cihan Aktaş’ın son on beş yılda İslâmcılık üzerine yaptığı okumaların sonucunda kaleme aldığı yazılardan oluşmakta.
Usta edebiyatçı Cihan Aktaş’ın, naif kahramanlardan kurguladığı 10 farklı ve çarpıcı öykü… Bu öykülerde yalın anlatımların dinginliği, okurun karşısına aniden çıkan çarpıcı bir metafor veya yükselen tempo ile değişiyor, kayboluyor. Bir solukta bitecek, insan yüreğinde kalıcı tatlar bırakacak öyküler…
Çağdaş Türk hikayesinin önde gelen temsilcilerinden Cihan Aktaş, yeni kitabında toplumumuzun çeşitli kesimlerinden, değişik yaş gruplarından, türlü konum ve rollerdeki kadınların hayatlarında bakılmayan, bakılsa da görünmeyen alanlara, inceliklere çeviriyor keskin bakışını. Kusursuz Piknik’teki hikayeler, çağdaş dünyada ve toplumumuzda kusur hakkı tanınmayan kadının sırtına yüklenen “kusursuzluk” beklentisinin farklı görünümleri olarak karşımıza çıkıyor.
Hayatı kavrayan sağlam bir duruşa da sahip dört uzun öyküden oluşan Üç İhtilal Çocuğu Cihan Aktaş’ın ilk öykü kitabı. Aylık Dergi’de yayımlanan “Teşekkürü Hakettiniz Bay Yargıç”la başlayan, yetmişler ve seksenler Türkiye’sinde çocukluktan genç kızlığa, aile aidiyetinden cemaat ve kamu mensubiyetine, milliyetçilikten İslamcılığa, evrilen karakterlerin reaksiyonunu, onaylamasını, itirazlarını, yorumlarını, beklentilerini, arzularını, korkularını… içeren öyküler.
Ustasının elinde kalem bir dantel gibi işler hikâyeyi, en ince ayrıntıları gösterir kelimeler okuruna, kimi solgun bir hayatın kuytuluklarında saklı kederleri, kim yitip giden hayallerin geride bıraktığı ümitleri, ister ki turnalar aksın başımızın üstünden, aşsın engin denizleri, yalçın dağları, ister ki aşka ve ayrılığa, hasrete ve hüzne dair ne varsa unutulan, anlatsın usul usul sevenlere, ayrı düşenlere, yitip gidenlere… Cihan Aktaş’ın kalemi bir turna misali, akıp gidiyor hayatımızın ortasından.
Prof. Dr. Hasan Tahsin Feyizli İnsanları câhil veya bilgin olarak ayırımda kriter ne olmalıdır? Yalnız dünyalığı kazandıran bilgiler mi, yoksa mânevî değerlerle birleşmiş bilgiler mi? Tarihî ve sosyal olaylar gösteriyor ki, birçok tahsilli insanlar veya medenî denen milletler, çıkarları uğruna kimilerinin kanını dökmüşler, kimilerini sömürge yaparak hürriyetlerine mal/mülk ve gelir kaynaklarına el koymuşlardır. İşte cehâletin görünmez yüzlerinden biri de budur. Câhillik, görüldüğü gibi yalnız bilgisizlik değildir; câhillik gerek ilâhî otoriteye gerek insanlara karşı sorumsuzluk, düzensizlik, ahlâka uymayan haller ve düşüncesizlik içinde her türlü olumsuz hareketlerde bulunmayı içerir ki bu da zihnî körlük demektir. Bu kitabımızda, şirke dayalı câhiliye toplumunun, Kur’ân’ın getirdiği ahlâk ve hukuk esasları sayesinde, eski örf-âdetlerine bağlı yaşantı ve zihniyetlerinden, içgüdüsel duygu ve iştahlarından, putlarından nasıl uzaklaşıp Allah ve Rasûlüne bağlı, kendisinden fayda doğan, tevhîd ilkeli bir İslâm toplumuna dönüştüğünü göreceğiz.
Âlemlerin Rabbinin Ezelî Kelâmı olarak tüm çağlara ve tüm insanlara seslenir Kur’ân. Her çağın ve her insanın Kur’ân âyetlerinden hissesi vardır. Her şeyi ve herkesi yaratan Kadîr-i Zülcelâl, Kitâb’ıyla hepimize, ama öncelikle “biz”e konuşur. Kur’ân Okumaları dizisinin bu birinci kitabı, işte bu gerçekten hareket ediyor. Yaşadığı çağı ve iç dünyasını Kur’ân âyetlerinden süzülen bir tefekkürle sorgulamaya açan Metin Karabaşoğlu, âyetlerin nuranî ikliminden bize ve bugüne dair hepimiz için anlamlı dersler ve mesajlar çıkarıyor.
Kızım Olsan Bilirdin, Cihan Aktaş’ın, aileler, dağılmalar, kaybetmeler, geçmiş güzellikler, hatırlamalar, geri gelmeyecek olana yapılan hüzünlü yolculuklar ve elbette hatırlayamamak hakkında incelikle kurduğu öykülerinden oluşan bir kitap. Öykülerde aile büyüklerinin Alzheimer’a düşmüş akıllarının hatırlayamadıkları, evlatların görmezden gelmelerinin karşısına çıkan duvara dönüşüyor. Kaybolanın, yitirilenin ardından okura düşen ağır bir hüzün oluyor. Unutmanın yaşamamış olmak anlamı taşıyıp taşımayacağını sorgulayan yazar, akıl ile kalp arasındaki bağa dikkat çekiyor.
Büyük şeylerin büyüsüne aldanan gözler için küçük şeyler önemsenmeye değmez şeylerdir. Oysa tüm büyüklükler, küçük şeyler üzerinde temellenir. Koskoca gökdelenler küçük kum taneleri üzerine kurulurlar. Uçsuz bucaksız kâinatın tuğlası ise, görmeye hiçbir mikroskobun güç yetiremediği atomlardır. Bu bakımdan, küçük şeylerde takınılan bir ciddiyet ve duyarlılık, büyük şeylere de aksedecek bir duyarlılık ve tutarlılığın muştusunu verir. Aynı şekilde, küçük şeylere ilişkin bir dikkatsizlik, büyük arızaların habercisidir. Küçük Şeyler, eksenine işte bu gerçeği alıyor ve bize küçük şeylerde büyük gerçeklerin izini sürebileceğimiz bir dikkatin yolunu öğretiyor.
Akıl almaz bir karmaşanın ortasında yaşıyoruz. Yalanla doğrunun, yanlışla gerçeğin ayrıştığı dönemler çok gerilerde kaldı. Siyah ve beyaz net tablolar yok artık. Yerini, grinin her tonunu barındıran flu ve sisli manzaralar aldı. Burası neresi, biz kimiz, onlar ne, ne yapıyoruz, neden yapıyoruz, nereden geldik, niye geldik, nereye ve niye gidiyoruz… artık kolayca bilinemiyor. Daha önce “Medeniyetin Arka Sokakları” adıyla neşredilmiş olan bu kitap, bu vakıadan yola çıkıyor. Çoğu kez biz farkına bile varmadan dünyamıza giren dünyevilikleri sarsıcı ama sıcak, keskin ama şefkatli bir üslupla irdeliyor. Ve “iman” ekseninde yoğunlaşan çözümmelerle bizi en başta, kalb “cami”lerimizi nefsin “dans”larından korumaya davet ediyor…
“Ben ilim şehriyim…” diye buyurur Hz. Peygamber, bir hadisinde. Onun nasıl bir “ilim şehri” olduğunun en birinci delili de hicrete mecbur kaldığı şehir, yani Medine’dir. O henüz aralarında değilken birbirleriyle boğaz boğaza savaşan insanların yaşadığı Medine, onun hicretinden sonra bütün çağlara ve bütün insanlara hakiki insanlığın dersini ve ilhamını vermiştir. Bugünün insanlarının da O’nun, sözleri ve sünnetiyle aralarında olmasına ihtiyacı vardır. Metropollerde yaşıyor olsa da mânen bedevîleşmiş olan insanlığın huzur ve sükûnu, akılların ve kalplerin “ilim şehri”ni mesken tutmalarına bağlı zîra… Bu kitap, Hz. Peygamberin hadisleri üzerinden ilerleyen okumalarla, işte bunu ortaya koyuyor…
Modernite, insanlığın geleceği son nokta değildir, “tarihin sonu”nu Batı temsil ediyor değildir, İslâm da dünde kalmış bir din değildir. Asr-ı Saadet, düne ait bir hatıra değildir. O, giderek uzaklaştığımız geçmişimiz değil, örnek alınmak üzere önümüzde duran geleceğimizdir. Bu yüzden, Asr-ı Saadet’i anlamaya yönelik her eylem, geçmişimize değil, geleceğimize bir yolculuktur. Bu kitapta Metin Karabaşoğlu, Bediüzzaman’ın Muhakemât adlı eserinde dile getirilen bu temel yaklaşımdan hareket ederek, yarının dünyasına bir Kur’ânî medeniyet ikram etmenin imkânlarını gösteriyor.
Kertenkele Çukuru, adını bir hadisten alıyor. Ümmetini yanlışa sapma konusunda ikaz eden Hz. Peygamber, bu hadisinde “…öyle ki, onlar bir zehirli kertenkele çukuruna girseler, siz yine onların peşinden gideceksiniz.” diyor. Peki Müslümanların, Hz. Peygamberin ikaz ettiği duruma düşmemek için ne yapması icap ediyor? Metin Karabaşoğlu’nun yazı serüveninin ilk kitaplarından olan Kertenkele Çukuru işte bu sorunun cevabını araştırıyor ve bu esnada karşısına üç önemli imtihan konusu çıkıyor: Milliyetçilik, Dünyevîleşme ve Kemalizm…
Güneşin bir olmakla birlikte birçok rengi ve her renginin de farklı tonları olduğu gibi, Hakikat birdir ama çok renkli ve çok boyutludur. O yüzden, hakikatten haberdar olmamız yetmez insanın; hakikatin renkleri ve tonları arasında kıvamı ve dengeyi bulmamız da gerekir. Hakikatin Dengesi, işte bu gerçekten hareket ediyor; ve hadislerin ışığında, o kıvamın ve dengenin adresi olarak Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın hayatını ve sünnetini gösteriyor. Münkir, hakikatsizlikten bunalır; mü’min ise hakikatin dengesini bulamamaktan. Bu sebeple yalpalayan hayatlarımız ve bunalan ruhlarımız için, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın sünnetinden devşirdiği meyveler ve çarelerle, Hakikatin Dengesi’nin söylediği çok şey var.
Yüreği hakikate açık ince ruhlu bir şair olarak Rilke’ye, bu yolda yaşadığı acılardan kurtulması için, psikiyatriste gitmesini önerir dostları. Rilke bu öneriyi önce dikkate alır, ama bir müddet sonra bu terapiyi bırakır. Sebebini sorduklarında, dostlarına şu cevabı verir: “İçimdeki şeytanları kovayım derken, melekleri de ürkütmek istemiyorum.” Melekleri Ürkütmeden, Rilke’nin bu sözünün dikkat çektiği noktada ilerliyor. Hayatı acıları ve sevinçleri, mutlulukları ve hüzünleri ile bir bütün olarak kavramanın ipuçlarını sunuyor. Ve hayatın başına gelen herşeyden, bizi hakikate ve huzura götüren bir yol bularak insanlığımızı gerçekleştirmenin imkânlarını irdeliyor…
“İnsanlar yanlış anlar,” diyerek vefatından iki yıl önce, 1914’te divanını yakmıştı Atkaracalarlı şair Cevriye Banu. Benzer bir endişe yüzünden İstanbul doğumlu Nimet Gecekuşu (Yıldırım) da 1930’ların başlarında Erzincan’ın bir köyünde canla başla sürdürdüğü köy eğitmenliğini bırakmak zorunda kaldı. Farklı şartlarda da olsa kalem ve kâğıtla ilişkilerini korumak için şartları zorlayan bu iki kadının yaşadıkları zaman dilimi çok uzağımızda değil, ama haklarında pek az şey biliyoruz. Şair ve Gecekuşu, Cihan Aktaş’ın, Cevriye ve Nimet’in hayatlarından esinle kaleme aldığı bir kurgu. Dört yıl süren bir çalışmanın eseri olan Şair ve Gecekuşu, kadınların yüzyıllar boyunca sandıklara terk ettikleri metinlerin kültürdeki boşluğu üzerine düşündüren bir roman.
Günlük hayatın ufak uğraşılarından arkadaş ziyaretlerine, serbest zamanlardan sanat etkinliklerine, şehirlerden kültürlere yoğun ve kuvvetli bağlar… Dahası ebeveyn çocuk ilişkisini farklılaştıran ama aynı zamanda kuşaklar arası alışverişi zenginleştiren torun sevgisi. En önemlisi de çocukların hayatı ne kadar doyurucu ve anlamlı hâle getirebildiğini gösteren izlenimler ve hatırlayışlar… Cihan Aktaş’ın zahmetli ve yorucu fakat bunların hepsine üstün gelen bir tecrübenin heyecanıyla seyahatine düştüğü notlar Seattle Günlüğü ile gün ışığına çıkıyor. Şayet sevinçler hayatı güzelleştiren ve zenginleştiren, bilgi, beceri ve incelik isteyen bir günlük gerektiriyorsa, bu onlardan. Bambaşka dünyaları günlük hayatın ayrıntıları içinde izleyebilmemizi sağlayan günlük, bavul telaşının eşlik ettiği 11 Ekim 2018’de başlıyor ve 12 Mart 2019’da sona eriyor. Torun sevgisinin niçin diğer sevgilerden ayrı ve üstün olduğunu bir kere daha hatırlatan Seattle Günlüğü çok eski bir anlatı geleneği olan günlük türünün en etkileyici eserlerinden biri.
Onlarca sayfayı bulan Kur’ân sûreleri arasında, bir kısmı tek bir satırdan ibaret kısa sûreler de vardır. Kısalığı dolayısıyla her mü’minin ezberleyip namazda okuduğu, bu yüzden “namaz sûreleri” diye anılan sûreler… Uzun Kur’ân sûreleri arasında bu kısa sûrelerin hikmeti nedir? Fâtiha başta olmak üzere her biri bize ne söylemektedir? İşte bu kitap, Kur’ân ülkesinde yolculuklar yaşamaya çalışan bir mü’minin bu kısa sûrelerin sınırsız dünyalarından devşirdiği notları içeriyor. Okur bu kitapla, bu sûreleri anlama gayreti de taşıyarak okuma, yaşadığı hayatı bu sûrelerle yüzleştirme ve istikamete kavuşturma imkânı bulacaktır…
Uzmanlıklar çağında yaşıyoruz. İvan İllich’in deyimiyle “kabiliyetsizleştirici uzmanlıklar çağı”nda hem de… Her konuyu “uzman”lara bırakırken, fıtratın sesi de, vahyin sesi de duyulamıyor kulaklarımızda. Bunca gürültü arasında, kendi iç sesimizi dahi duyamaz haldeyiz. Oyuncak Tamirhanesi bu duruma karşı yürekli bir isyanın ifadesi. Özelde psikolojizmin insana tahakkümüne meydan okuyan Metin Karabaşoğlu, şu gerçeği seslendiriyor: İnsanı tanımak, bir “uzmanlık” konusu değildir. Kendi iç sesine ve vahyin sesine beraberce kulak veren bir kişi, hayatın anlamı, aile, çocuk, insan-insan ilişkileri konusundaki temel doğruları pekâlâ kavrayabilir!
Küçük bir tohumun koca bir ağacın programını ve özetini taşıması gibi, Asr-ı Saadet de bütün bir insanlık tarihinin özü ve özetik hükmündedir. Asr-ı Saadete mührünü vuran Hz. Muhammed 63 yıllık ömrüyle bütün çağlara ve tüm insanlığa “en güzel örnek” olduğu gibi, onun sahabileri de yol gösterici kutupyıldızı misali, yolumuzu bulmamıza yardımcı olacak bir hayat yaşamışlardır. Elinizdeki kitap işte o hayatlara odaklanıyor. Sahabileri daha iyi tanımak ve onların yaşadığı hayatlardan kendi hayatlarımız için dersler çıkarmak isteyen herkes, bu kitapta aradığını, hatta belik daha da fazlasını bulacaktır…
Peygamberin Kardeşleri bir açıdan Camide Dans Var isimli kitabın devamı… Yazar bu kitabında da hayatın içinden yazılarını merkeze alıyor, âhir zamanın şartları içinde yaşayan bizlerin, bu zor şartların ortasında Hz. Peygamberin “kardeşlerimi özledim…” sözüne liyâkat imkânına dikkatleri çekiyor. Bunu yaparken, kitaba sunuş yazan Mustafa Ulusoy’un ifadesiyle, zor zamanların insanları olan bizlere, zorlukların içindeki kolaylıkları da sunuyor…
Kur’ân-ı Hakîm’de en geniş sûrette anlatılan kıssadır Musa aleyhisselamın kıssası. Onun Firavun, aveneleri ve Benî İsrail ile yaşadığı imtihan, her çağın mü’minleri için bir ‘istikamet dersi’ niteliğindedir. Hz. Musa’nın Rabbinin emriyle Firavun’a gidişi ise, dikey ve yatay, iki düzlemde beraberce sürüp giden ortak zulme karşı, her iki düzlemde adalet çağrısının nasıl yapılacağını bize gösterir. Merkezinde Firavun’un yer aldığı ‘zulüm konsorsiyumu’nun bir ferdi olmamak; bilakis, merkezinde Hz. Musa’nın yer aldığı ‘adalet’ çizgisini hem âlemler Rabbi hem de kulları karşısında hassasiyetle takip edebilmek için, Musa aleyhisselam kıssasından alınacak ne de çok ders var…
Kur’ân bir kalbe gerçekten indiğinde neleri değiştirdiğinin apaçık delili, Asr-ı Saadet’tir. İstidatlı ama kupkuru bir toprak gökten inen yağmur sularıyla beslendiğinde nasıl ‘kıştan sonra bahar’ yaşıyorsa, Kur’ân’ı ‘kalblerinin baharı’ kılan hayatlar da işte öylesi bir değişim ve dönüşüm yaşamışlardır. Peki, sahabiler başta olmak üzere bindörtyüz yıldır nice hayatı değiştiren, nice kalbi kıştan bahara sevkeden Kur’ân, bizim kalblerimize ne kadar indi? Hayatımızı ne kadar Kur’ân’la yaşıyor; ne derece Kur’ân’la düşünüyoruz? Kaç sûre, kaç âyet gerçekten indi kalblerimize? Henüz İnmemiş Âyetler, bu sorular ve sorgulamadan hareketle, Kur’ân’la yaşamanın, âyetlerini kalbimize de indirmenin yolunu ve imkânlarını gösteriyor…
Siyer kitapları, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın altmışüç yıllık ömrü içinde büyük olayları ve özel günleri anlatır bize. Peki, Hz. Peygamber diğer günlerde, o özel günlerin akışını da belirleyen ‘herhangi bir gün’de nasıl yaşamıştır? Neler yapmış, nelerden sakınmış, güne nasıl başlamış, gündüz ne ile meşgul olmuş ve geceyi nasıl karşılamıştır? Peygamberin Bir Günü, bir ‘mikro siyer’ olarak, işte bu soruların izini sürüyor ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı ‘herhangi bir gün’ünde anlatıyor. Özellikle de onun hayatındaki en ziyade gözden kaçan boyut olan ‘tefekkürü’ne dikkat çekerek… Ve onun her bir gününden, günümüze ve ömrümüze dair dersler de çıkararak…
Bir sinek, hafızasını kaybetmiş bir felsefe profesörü, bir ölüm meleği, pantolonunu giymeyi unutup işe giden biri ya da ayda şatosu olan “normal” bir adam… Hikayeci okuyucuya “yabancı” birinin gözünden modern hayatın eleştirisini sunuyor; insanın maruz kaldığı çeşitli baskıları ve insanlar arası ilişkilerin bugünkü durumunu teşhis ediyor. Bunu yaparken de yine bilinç akışından, absürt olaylardan ve ironiden yararlanıyor. Hep Aynı Hikâye’den sonra ikinci hikaye kitabı Bir Kitap Bir Balta’yla, Dostoyevski ve Oğuz Atay’ın izinden giderek açtığı yolu genişletiyor, bugüne daha derinden, daha somut bir bakış yakalıyor.
Ömer Faruk Dönmez’in son kitabı DERVİŞAN, bağımsız okunabilecek; ama aslında birbirine bağlı, üç uzun hikâyeden oluşuyor. Yazarın önceki kitaplarından az çok tanıdığımız karakterler, farklı ve derin sorgulamalarla yine karşımızda; kimi zaman bir ilahiyatçı, kimi zaman bir yazar, bir imam, bir öğretmen, bir derviş olarak… “İçinde yaşadığımız sosyokültürel ortamda, zihnimizin çalışma biçimi ne kadar İslamîdir? Modernizm bataklığına saplanmış müslümanlar olarak, gerçekten müslümanca bir tasavvura sahip miyiz? Kullandığımız akıl, müslümanca bir akıl mıdır?” Bu önemli soruların ısrarla sorulduğu ve sahih cevapların inançla arandığı bir kitap, DERVİŞAN… Üslubu ve muhtevası ile, estetikten ve tefekkürden vazgeçmeyen okurlarını bekliyor.
Hamza, modernizmin tam ortasında yaşayan bir müslüman gencin trajikomik hikâyesi. Herkesin az çok bildiği siyasi, felsefi ve tarihi olaylar, kitapta, alıştığımız bağlamından koparılıp, şaşırtıcı bir üslup ve masalsı bir anlatımla yeniden kurgulanıyor. Yazar; mizahı ve edebiyatı açıkça ‘kullanarak’ aslında çağ ve İslam hakkında derin bir tefekküre çağırıyor okuyucuyu. Mesajdan da sanattan da vazgeçmiyor. “Mesele”sini anlatmak için; kurmacanın, bilinç akışının ve ironinin imkânlarından sonuna kadar faydalanıyor.
Bıyık altından gülerek kendisini “yobaz” diye vasıflandıran “keskin zekâlı ve sivri dilli” belki de “sivri zekâlı ve keskin dilli” bir yazar, günün birinde günlük tutmaya başlar. Kitaptaki ifadesiyle “içimizdeki ahmaklar” da “karşımızdaki budalalar” da, hatta yazarın bizzat kendisi de, sayfalar ilerledikçe bu sivri dilli yobazın hışmına uğramaktan kurtulamayacaktır… Fonda tatlı bir ‘aşk’ ve onun üzerine örülü bir ‘dava’ hikâyesi… “Bir Kitap Bir Balta” ve “Hamza” adlı kitaplarıyla tanınan Ömer Faruk Dönmez’in son kitabı; Bir Yobazın Günlüğü.
“Hz. Peygamber’den (a.s) tarif ve irşat lisanı ile şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Rabbınızın şu günlerinizde rahmetinin nefhaları vardır. Dikkat edin! Onlara hücum ediniz.” Bundan dolayı, taarruzu ve onun türlerini tanımak için Rabbime yöneldim, Allah da, beni taarruzun hakikatine ve külli kısımlarına muttali kıldı. Böylece söz konusu taarruz kısımlarının benim muttali olduğum kısımlar ile sınırlı olduklarını müşahede ettim. İşte ben, Allah’ın izni ile, bu kısımları özet olarak zikrediyorum.” İbn Arabi ekolünün büyük üstatlarından Sadreddin Konevi en-Nefehatü’l-İlahiyye adlı önemli eserinin yazılış gerekçesini yukarıdaki cümlelerle ifade etmektedir. Bu eser, tasavvuf öğretisinin bilgi anlayışı konusunda fikir sahibi olmak isteyen okuyucular için çok önemli bir başvuru kaynağı olmanın ötesinde tasavvufi tecrübeye kendisini yakın hisseden kimseler için de manevi bir kılavuz mesabesindedir.
Konevi, bu risalesinde Tanrı’nın zatı, sıfatları ve fiilleri; velayet ve bununla ilgili meseleler, nübüvvet, ahiret, dünya ve nefsin özellikleri ve bekası gibi konularda sufilerin görüşlerini ele almaktadır. Bütün bu konuları, sülüğe yeni başlamış hakikat araştırmacıları için bir “öğüt” ve “rehberlik”; sülüğünü tamamlamış ve kemale ermiş insanlar için ise, sülükleri esnasında yaşadıkları ve “tahkik” ederek öğrendikleri hakikatleri “hatırlatma” olarak ifade etmektedir.
Biz bu doğanın neresinde yer alıyoruz? Doğa bizim hayatımızın hangi tarafında kalıyor? İnsan, bu dünyaya geldiğinde ağacın ağaçlığına, güneşin güneşliğine, suyun su oluşuna alışkın bir tavırla bakmaya başlar. Fakat doğa bu alışkanlığın ötesinde var olan, varlığıyla insan yaşamına mana katan bambaşka bir olgudur. Artık birçoğumuz, ya bir gün doğa kaybolursa diye endişelenmeye, her gün görmeye alıştığımız bu doğayı günün birinde bulamazsak diye düşünmeye başladık. Araştırmacılar, bilim insanları, akademisyenler, çevreye duyarlı bütün insanlar el ele verip herkesi doğayı korumaya davet ediyor. Ancak bütün bu çabalara katkı sağlayacak çok önemli bir alan var: İnsanın doğa ile olan ilişkisinde dinin ve din psikolojisinin rolü. O hâlde şu soruyu artık sorabiliriz: Doğa ile olan ilişkimizde dinin rolü nedir? Din psikolojisi alanında çok kıymetli çalışmaları bulunan Prof. Dr. Ali Ayten bu kitabında hem insan-doğa ilişkisini hem de bu ilişkide dindarlığın rolünü inceliyor. Bu kitap bütün incelemelerin, fikirlerin ve önerilerin ışığında size daima kendi ismini hatırlatacak: Doğa Bize Emanet.
Bu kitapta Rasim Özdenören, demokrasi, diyalektik, rasyonalizm, pozitivizm, hümanizm, bilim, kültür, gelenek ve özgürlük gibi kimi kavramların bir Müslüman tarafından nasıl kavranması gerektiğine dair öneriler getirmenin ötesinde, ele alınmayan diğer önemli kavramların irdelenmesine ilişkin bir usûl de sunuyor.
Chittick’in bu eseri Tasavvuf’un ne olduğunu tanıtmanın yanında onu tattırıcı olmayı da hedef alan bir çalışmadır. Eser, Tasavvuf gerçeğinin ne olduğunu göz önüne sermek için, onun Kur’an ve Hadis’te yerini bulan dayanaklarıyla birlikte tarihsel süreç içindeki tezahürlerini sahih Tasavvuf metinlerinden bol bol alıntılar yaparak ortaya koymaya çalışır. Bu bakımdan, bu kitap bir tahlil ve değerlendirme olmaktan çok bir takdim, bir sunuştur. Hatta, daha da ileride, bu eser İbn Arabi okulu geleneği içinde yetişmiş musaır bir Sufi’nin kaleminden çıkmış bir Tasavvuf metnidir. Bu durum eserin konumunu daha da ayrıcalıklı kılmaktadır. Kitabın başka bir özelliği de, belli bir eğitim düzeyinde olan herkesin rahatça anlayabileceği bir dille yazılmış olmasıdır. Kitapta, sıkıca gelebilecek çoğu teknik terim ve ayrıntıya kaçabilecek irdelemelerden büyük ölçüde kaçınılmıştır. Bu yönüyle kitabın hem konunun uzmanlarına hem de tasavvufla ilgilenen genel okuyucuya aynı anda hitap etitği söylenebilir.
“Cilt bakımı”nın koskoca bir sektöre dönüştüğü, uğruna on milyarlarca doların, nice emeğin ve zamanın harcandığı bir “görüntü” dünyasının unutulan gerçeğidir ruh bakımı. Oysa mideler gıda, ciltler bakım istediği gibi, ruhun da bakıma, özene ve beslenmeye ihtiyacı vardır. Gelin görün ki, “madde”ye odaklanmışsa gözler, “mânâ” unutulur. Cilde ve bedene yoğunlaşmışsa nazarlar, ruhlar bakımsız kalır. Bu kitap, işte bu gerçekten hareketle gelişen denemeleri içermektedir. Modern “yaşantı”ları eleştirel bir gözle değerlendirirken, bizi yitip gitmesini istemediğimiz “öz”ümüze çağırmakta ve bir ruh bakımına davet etmekte. Ruh Bakımı, sarsıcı ve uyarıcı bir kitap. Ama bir o kadar da şefkatli ve onarıcı…
İslâmcı fikir ve devlet adamı Said Halim Paşa’nın çok önemli sekiz eseri bir arada… “Buhranlarımız” genel başlığı altında toplanmış bulunan yedi kitabı: Meşrutiyet, Taklitçiliğimiz, Fikir Buhranımız, Cemiyet Buhranımız, Taassup, İslâm Dünyası Neden Geri Kaldı?, İslâmlaşmak ile son olarak yazdığı ve “İslâm’ın devlet teşkilâtı, başkanı, meclisi, partileri, seçimleri, kanun koyma ve icrâ kuvvetleri ile nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap veren İslâm Devletinin Siyasî Yapısı adlı eseri… Ayrıca “Hâtırât”ından elde bulunan bir bölüm ve I. Dünya Harbi’ne neden girdiğimizi açıklayan “Cevaplar”ı…
Bacı’yı tanımlarken Cihan Aktaş, “Anadolu insanı için sosyal hayatta akraba veya akrabalık dışı kadın ve erkek ilişkilerinin sıcak, masum ve güvenilir yönü” diyor. En sağdan en sola kadar, Anadolu’daki eylemci hareketliliğinde her türlü mahremiyet sorununu ortadan kaldıran sihirli bir kelime. Aktaş bu kitabında, İslâmcı kadınların geçirdiği evrimleşme sürecini masaya yatırıyor ve İslâm âleminin iki önemli merkezi olan İran ve Türkiye’nin farklı ve zıt modernleşme modellerinin Müslüman kadınları nasıl etkilediğini ve İslâmcı kadınların kamusal alanlara çıkışlarından nasıl etkilendiğini anlatıyor.
Otoritesi eleştirilmezlik üzerine kurulu olan moda, güzelin tarifini değiştirdi: “Moda olan güzeldir.” En çok tartışılan ve göze batan zevkler ve renkler bile, modanın şemsiyesi altına girdiğinde “zevkler ve renklerin tartışılmazlığı” payesine yükseldi. Kitle kültürü içinde milyonlarca insan aynı şekilde giyinip aynı şeyleri tüketirken modacılar, modanın “oluşmayan sınır”ını hareket ettirip durdular. Çalışma modanın eleştirilebilirliğine bir kapı aralıyor.
“Her tür ve düzeyden sanat, bilim ve düşünce eserleri nihaî anlamda bir dünya görüşünün ifadesidir. Sanattan siyasete, mimariden metafiziğe, ticaretten teolojiye, edebiyattan eğitime; kısaca, her alanda ortaya konmuş, belli bir dünya görüşünün tezahürü olan çiçekleniş ya da başarılar da ‘medeniyet’ denen olguyu dile getirir. Dünya görüşünü, bir toplum ya da ferdin bütün bilgi ve bakış açısını kuşatan köklü bir vukuf durumunun, istikamet tutuş ve duruşunun ifadesi olarak tanımlayabiliriz. Derin düşünsel kavrayışla birlikte kural koyucu ve temel teşkil eden varoluşsal tasavvurlar ya da konular, değerler, duygular ve ahlâkî telakkiler bu dünya görüşü içinde ayrılmaz bir bütün oluşturur. Ve ‘medeniyet’ denen olgu da, geniş anlamda, bu bütünün tarihsel süreçte, dönem ve bölge şartları üzerinden kendisini izhar etmesi ya da gerçekleştirmesidir.”
Prof. Dr. Turan Koç’un bu kitabı çeşitli vesilelerle kaleme alınmış yazılardan oluşan bir derlemedir. Koç’un Zamanın Gözleri başlığı altında topladığı bu metinler, kendisinin kitabın altbaşlığında da belirtildiği üzere sanat-dil-hakikat merkezli görüş ve düşüncelerini içermektedir. Konuya ilişkin eserlerin azlığı dikkate alınınca, kitabın önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor…
Bu kitapta, biri çeviri sekiz makale yer almaktadır. Makaleleri birbiriyle ilişkili kılan başlıca sebep bunların ortaya çıkış süreçlerinde iş başında olan bakış açısıdır. Bu da, İslam medeniyetinin kurucu kaynağı olan Kur’ân’ın hakikat ve hayat tasavvuru kadar dil ve üslubunun da bu medeniyetin her türlü tezahüründe belirleyici bir rolü olduğu anlayışıdır. O bakımdan, yazılarda ağırlıklı olarak üstünde durulan konu gerek aslî hüviyetiyle, gerekse Türkçe meallerdeki görünüşüyle Kur’ân’ın dil ve üslubu olmuştur. Eser, Prof. Dr. Turan Koç’un din, dil, mecaz, Kur’ân, hayat, hakikat… kavramları üzerindeki düşünsel serüvenin yeni durağı…
Din dilinin konusunu büyük ölçüde Tanrı’nın varlığı, mahiyeti, Tanrı-insan ve Tanrı-tabiat ilişkisi ile ilgili teolojik ifadeler oluşturur. Prof. Dr. Turan Koç’un eseri söz konusu ifadeleri bilimsel bir mercek altına almakta ve ülkemizde din felsefesi alanındaki araştırmalara önemli bir katkı sağlamaktadır.
“Âlemlere Rahmet” olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (s.a.v.) evrensel misyonunu son derece açık ve anlaşılır bir dille sunan bir kitabın yazarı Nedvî, Türk okuyucusunun yakından tanıdığı bir ilim adamıdır. İlâhî mesajın evrenselliğini vurgular şekilde yeryüzündeki belli başlı din ve devletlerin İslâm öncesi yozlaşmış durumlarını tahlil ederek işe başlayan yazar, Hz. Muhammed’in nübüvveti ve İslâm’ın hayata geçirilişiyle hangi önemli değişimlerin yaşandığını vurgulayarak “kısas-ı enbiyâ”ya son nebî mührünü.
Anadolu’nun bir taşra kentinden Yeni Dünya’nın metropollerine kadar uzanan bir coğrafyada kaynaşan insanımız… Modernleşmiş olanlarla kişiliklerini koruma çabasıyla bunun dışında kalanlar… Her iki kesitte yaşayan insanların kendi kendileriyle gerek çevreleriyle olan çatışmalarından doğan dram… Eksik kalmış aşklar, eksik bırakılmış eylemler… Bu kitabı okurken Batı kültürünün baskısı ile çaresiz bırakılmış insanımızın bocalayışını, gizli protestolarını ve gizli kabullenişlerini göreceksiniz… Rasim Özdenören’in üslubunu sevenler, bu kitapta onun başlıca özelliklerini birarada bulacaklar… MEB tarafından okullarda tavsiye edilen kitaplardan olan Gül Yetiştiren Adam, yeni baskısıyla raflarda yerini aldı.
İnsanın, toplumsal hayatı gibi düşünce hayatının da karmaşıklaştığı bir dünyada “müslümanca düşünme”nin imkân ve yöntemi nedir? İslâm konusunda yeterli “malumat”a sahip olmak, “müslümanca düşünmek için yeter mi? İslâm özü ve bütünüyle kaynaştırılamayan bilginin, düşünme etkinliğini oryantalist bakış açısına mahkûm etmesi kaçınılmaz olmayacak mı? Edebiyat ve özellikle öykü alanındaki başarılı ürünleriyle de tanınan Rasim Özdenören, bu önemli sorunları kuşatıcı bir perspektifle gündeme getirmekte ve sahip olduğu zengin birikimini başarıyla işleyerek, tartışmaktadır.
Öykü ve deneme ustası Rasim Özdenören keskin gözlemciliğinin ürünü olan bu kitabında “yüzler” çiziyor okuruna. Bozguncunun, büyüklenenin, alaycının, kaltağın, korkağın… yüzleri. Othello’nun şeytanı, Sait Faik’in hiçbir zaman doğmamış garip çocuğu, idam mahkumunun infazdan önceki yüz ifadesi, Ebu Celil’in hasetçiliği, Ebu Talib’in bahanesi, Hamlet’in kulağına gelen fısıltılar, İvan Karamazof’un içinde yekinen hayalet, Raskolnikof’un ürettiği cinayet gerçekleri… Birçok portreyi kalemiyle yeniden üretip ahlaki alanın prototiplerine dönüştürülüyor.
Türk hikâyeciliğinin yaşayan büyük isimlerinden Rasim Özdenören’in yeni kitabı Uyumsuzlar, büyük ustanın son dönemde yazdığı öykülerin yanı sıra, yıllar önce yazılıp bir kenarda kalmış ve yayınlanmamış bazı öykülerini de içeriyor. Özdenören’in benzersiz üslubuyla insan hallerini, aşkı ve uyumsuzları anlattığı öyküler, edebiyatımızı bir adım daha ileriye taşıyor.
Çağdaş Türk hikayeciliğindeki güçlü konumuyla kendinden sonra gelen pek çok öykücüyü derinden etkileyen Rasim Özdenören, Kuyu’daki öykülerinde değişim, uyumsuzluk, yabancılaşma konularını hikayeciliğimizde ilk kez yerli bir bakış açısıyla ve bütün boyutlarıyla dile getiriyor.
“İslami edebiyatın ne olduğu üzerinde tartışmaların yapıldığı bir dönemde, biz, gene de bir takım a priori kuralların kılavuzluğuna güvenerek yola çıkmanın sakıncalarını tekrarlamakta yarar görüyoruz” diyen Rasim Özdenören, sanat ve edebiyat yazılarından oluşan bu kitabında, söz konusu ettiği tartışma alanına alışılmış şematik kalıpların dışında bir metot güderek son yüzyılda siyasal ve toplumsal açmazların paralelinde yol alan kültürel kopukluğa ve yerli kültüre sayalı bir edebiyat ortamının oluşmasına İslamî bir bakışla eğiliyor…
“İnsan, yalın tabiat içinde yaşamaz. O, tabiatı yaşayabileceği hale dönüştürür, bu demektir ki kent kurar. Kentten kaçan ya geri kente döner veya gittiği yeri kentleştirir: gittiği yerde kendine barınak, yol… inşa eder. Kendi gövdesini ve tabiatı örtmek, insan varlık yapısının kendiliğinden yönsemesidir: İlkinden giysi, ikincisinden de kent oluşuyor.”
Bu kitap bir araştırmanın, incelemenin sonuçlarını ortaya koyma iddiasını taşımıyor. Buradaki yazılar, dış politika konusunda bazı gözlemlerimizi ve fikirlerimizi yansıtan bir deneme niteliğindedir. Kişisel değerlendirmelerimize göre, dış politika olaylarının temel çizgisini ve yönünü belirtmeye çalıştık. Belirtilen görüşler doğrultusunda dış politika olaylarına bakmayı deneyen okuyucunun, dünyamızda, çevremizde olup bitenler hakkında kendi yorumunu getirebileceğini umuyoruz. Kitap dış politika konusunda bir bakış açısı kazandırabilirse amacını yerine getirmiş sayılmalıdır.
İnsan yerini yadırgar. Dostunu, eşini, işini, çoğu zaman kaderini yadırgar. Neşet’in özelinde toplumsal bir değerlendirme, hazmedememe romanı. Nasıl ki güllerle örtülü bir bahçeye girince dizleri kanarsa insanın, Yakarım Gül Satanlar Bahçesini romanı da bu çetrefilli bahçeye bir başkaldırı. Sordukları ve sorgulattıkları ile kurgunun içinden gerçek hayata bir çırpınma hâli.
Edebi kişiliğinin yanı sıra, Müslümanca düşünmek ve yaşamak meselesi etrafındaki özgün yaklaşımlarıyla da tanınan Özdenören bu kitapta demokrasi, küreselleşme, yeni dünya düzeni, liberalizm, insan hakları ve laiklik kavramlarının Müslümanca bir eleştirisini yapıyor. Ülkemizin tartışma gündemini çeşitli dayatmalarla işgal eden bu kavramlar karşısında İslami düşünüş gereken fikri ve ahlaki tavrı ortaya koyan yazar, kitabı boyunca ısrarla “yükselen değerlerin” sefaletini vurguluyor.
Kelimelerden birinden bir hakaret kokusu alınabilir; ötekinden de yan yana getirilmemesi gereken iki kavramın (köpek ve düşünce) bir arada kullanılmış olmasından doğan bir zorluk ortaya çıkabilir. Fakat hemen söyleyeyim: Köpek derken, doğrudan, bir hayvan olarak köpek türünü kastediyorum. Köpekçe düşünceler derken de, bir köpeğin, kendisi olarak, dünyada ihraz ettiği yer açısından dünyaya nasıl baktığını tahayyül etmeye çalışıyorum.” diyor bu eserinde Özdenören. Çarpıcı bir başlık ve sarsıcı metinler…
Fakat en önemlisi, Müslümanın kendi iç oluşumunu gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Müslümanlar sürçtükleri, tökezledikleri yerde, bunun başlıca sebebinin kendi iç oluşumlarını tamamlamakta gösterdikleri ihmalden kaynaklandığını görmezden gelmemelidir. Kendi doğrularının gerektirdiği hayat tarzını, ilkin kendi nefislerinde yaşamaya başladıkları an, İslam’ın hayata geçirilmesinde en doğru yöntem kendiliğinden bulunmuş olacaktır. Müslümanın elinde bulundurduğunu söylediğimiz fırsat işte bu oluşumu gerçekleştirmek için verilmiştir kendisine.
Düş-gerçeklik, insan psikolojisinin derinlikleriyle hayatın basitlikleri, fizik ve metafizik arasındaki gerilimler Güneşe Koşan Adam’daki öykülerin temel karakteristiğini yansıtır. Ali Haydar Haksal bu kitabında kimi zaman insan ilişkilerinden kimi zaman da bireyin kendi iç çatışmalarından hareketle insanın varoluşsal sıkıntılarını işlemiştir.
Kapıda Bir Çift Ayakkabı, Ali Haydar Haksal’ın toplumun uzağına düşen insanların hayatlarını odağa alarak yazdığı öykülerden oluşuyor. Deliler, yaşlı ve yalnız insanlar, bir aşk uğruna bir ömür harcamış olanlar… Aksal, olağan olanın dışına taşan yaşamları ele alarak, oradan metafiziğe açılan bir kapı aralıyor. Eser bu haliyle, eşine artık pek rastlanmayan bir duyarlılığın, çarpıcı bir anlatımın ürünü…