-
Söz Mühendisi
Hiç bitmesin dediğin zamanlara, gün geliyor keşke hiç yaşamasaydık diyorsun.
Hayat ne garip.İyi ki varsın dediğiniz insanın yokluğu ile huzur bulduğunuz günler de gelecek. Bu sana hayatın verdiği en önemli ders olacak. Bir zamanlar iyi ki vardı, şimdi iyi ki yok. Çok acayip bir durum elbette. Hasta olmasına bile dayanamadığın biri için gün gelir “Daha beter olsun.” dersin. Bugün çok sevdiğin, yarın görmek istemediğin birine dönüşebilir.
Kabullendim, böyle olması gerekiyormuş. Bugün yoktu, yarın da olmayacak.
Bir zaman sonra çabalamayı bırakıyorsun. Hani elinden geleni yapıyorsun ve daha fazla zorlamıyorsun. Bir zaman sonra elinden değil, içinden bile gelmiyor bir şey yapmak. Bedenin değil tüm ruhun yorulmuş. Çabalamak istemiyorsun. Ne olacaksa olsun diyorsun. Zamana bırakmak en güzeli aslında. Zamanla gelir, Zamanla gider, Zamanla biter.
-
Söz Mühendisi 2
Gönlünüze aldığınız, gönlünüzü almayı bilsin. Sevdanız eksilenlerden değil, giderek artanlardan olsun. Azalan sevgi mezara bile çiçek bıraktırmaz çünkü.
Vicdan rahatlığına önem veren insanlara denk gelesin. O kadar önemli ki bu kadar gamsızlık varken. “Bu cümlem onu ne kadar yaralar?” diye bir an olsun düşünmek yerine ağzına geleni hiç çekinmeden söylen insanların bol olduğu bir coğrafyada, cümlelerini seçerek konuşan insanlara denk gelesin. Kalbini kırmak yerine, onun değerini bilen, o kalpte güzel bir yer edinmeyi hayal eden insanlar çıkar karşına umarım.
Eskiden olsa koşa koşa gideceğin yere şimdilerde bir adım bile atmıyorsun. Bir zamanlar delice sevdin ama şimdilerde ona ait bir duygu bile beslemiyorsun.
Nelere alışmadık ki? Hayat seni öyle bir noktaya getiriyor ki “Unutamam.”, “Ben onsuz yaşayamam.”, “Artık ben yaşayan bir ölüyüm.” dediğin yerde seni diriltiyor. O unutamam sandığını bir süre sonra daha az hatırlamaya başladığında, anıların sadece gece geldiğinde aklına ve tebessümle baktığında o günlere anlıyorsun alıştığını. O gitti ve gelmeyecek. Bitti ve başlamayacak bir daha. -
Sufilerin Edepleri
Bu kitap, dünyada huzur içinde yaşamanın ve ölüm korkusunu üzerinden atmanın altın anahtarlarını veren eşsiz bir eserdir.
Peygamberimiz aleyhisselâm buyurdular: “Bir kimse, ibadet etmemesine rağmen, güzel ahlâkı sayesinde cennette en üst derecelere erişir. Durmadan ibadet eden kimse de, sırf kötü ahlâkı yüzünden cehennemin dibini boylar.”
Bir sûfîye göre güzel ahlâk: “Hem insanlara eziyet etmemek, hem de eziyetlerine katlanmaktır.”
Ebubekir el-Kettânî: “Bir müminin gönlünü hoş etmem, bana kabul edilmiş bir hacdan daha sevimli gelir.”
Ebu Osman: “Yüce gönüllü özür diler, aşağılık kimse ise böbürlenir.”
Sülemî’ye göre sûfîlerin ahlâkı: Yumuşak huyluluk, alçak gönüllülük, cömertlik, dünyaya gönül bağlamamak, dost ve ahbabına edepte örnek olmak, insanların erdemlerini, kendisininse kusurlarını görmek, herkese saygılı olmak, insanlara nasihatte bulunmak, onlar için servetini ve kendisini feda etmek.
devamını oku -
Sultan Bir Kanuni Romanı
Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Anadolu’dan Rumeli’ye kara ve denizlerin yegâne hâkimi Kanuni Sultan Süleyman Han yedi cihana nam salmaya devam ediyor! Devir Muhteşem Süleyman devridir. Düşmanları bir korkudur sarar. Vehimi çıkar her köşe başından; yamandır, aman vermez. Pargalı ise her vezire benzemez, zekâsıyla savaşır da olmazları oldurur. Hürrem’in tek bir sözüyle kayıplara karışır kimi, kiminin hayatı huzur bulur. Ancak başta Cihan Padişahı vardır ki sefer eyler Bağdat’a, Estergon’a; şanıyla Viyana kapılarına ulaşır. Ne Şarlken tanır ne Ferdinand. Denizler ise Barbaros’tan sorulur. Preveze’den gelen kahramanlık haberleri Kutsal Roma ile Safeviler arasındaki ittifakı körüklerken acaba bu güç savaşında kim galebe çalacaktır? Tarihi romanların vazgeçilmez ismi Okay Tiryakioğlu, Kanuni üçlemesinin ikinci kitabı Sultan’da tarihin en ihtişamlı dönemini soluk soluğa bir anlatımla bugüne taşıyor.
-
Sultan Mehmet’in Casusları
Elinizde tutmuş olduğunuz bu kitap, gerçek olaylar üzerine kurgulanmış bir casusluk romanıdır. Kaynak bilgiler üzerinden gidilerek, Akıncıları ve Akıncıların çok önemli bir kolu olan Osmanlı Casusları’nı, Avrupa’daki faaliyetlerini, sarsıcı bir olay üzerine kurgulayarak size onları tanıtacak, replikleri ve konu akışı ile adeta size bir film izliyormuşsunuz gibi zevk uyandırarak, tarihin bu en sırlı dönemini akıcı bir üslup ile aktaracaktır. Kitabın en güzel yanı ise; kapağı kapattığınızda sadece gerçek bir olayı değil, aynı zamanda bu konu hakkında yazılmış en ilginç satırları okumuş olmanız olacak. ‘’Bilhassa Fatih Mehmet’in İtalya’daki ajan şebekesi, çeşitli İtalyan devletlerinin en yüksek çevrelerine sızmıştı.’’ -Ünlü Tarihçi Franz Babinger
-
Süreya Gibi
Siz bu yazıyı okurken benden çok uzaklarda olacaksınız.
En az Süreya kadar…Yollarımız elbette kesişecek.
Bakarsınız bu bir kitap olur, bir şarkı olur.
Belki de elinizde tutuyorsunuzdur bu sebepleri, hem de şu an.
Bu kıvılcımlar çıkmıyor boş yere,
Boş yere yanmıyoruz,
Sevinin!
Hayatınızın yüzde kaçını kaplıyor bu mutluluk denen kavram?
Hayatınızın yüzde kaçı mutluluk?
Umutlanın.
En az Süreya kadar…Bu yad eller dünyasında elbet buluşacağız.
El ele tutuşacağız bir meydanda,
Haykıracağız gökyüzüne bakarak
Seni en çok biz hak ettik!
Biliyorum, bizden çok var.Ben bu kitabı yazarken sizden çok uzaklardayım.
Ama kesişecek elbet yollarımız.En az Süreya kadar,
En azından Süreya gibi… -
Sürgün ve Krallık
Jean-Paul Sartre, Albert Camus’nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: “Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı… Camus’nün insancılığında, ansızın bastıran ölüme karşı insanca bir davranış varsa; mutluluk yolunda giriştiği o gururlu, katıksız araştırma, insana bu denli aykırı gelen ölüme dayanıyor, ölümle besleniyorsa; Camus’nün yapıtını da, bu yapıttan ayrı düşünülemeyecek yaşamını da, varlığın her ânını ölümün elinden kapan bir insanın katıksız, başarılı denemesi olarak görebiliriz.” Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) Sürgün ve Krallık’ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren `kurban’ ve `cellat’ ikilemini ele alıyor.
-
Suskunluk Dağının Zirvesinde
Eğlencesini yitirmiş bir ülke… Bütün ışıklar sönmüş… Yok artık lunaparkın yürekleri şenlendiren neşesi… Terkisine alıp susturulmuş sözcükleri, suskunluk dağının zirvesine tırmandı gazeteci…
Anlatacak çok şey vardı çünkü. Savaşlar, acılar, uzak kentler, mülteciler, gökdelenler, kederli coğrafyalar, çocuk ölüleri… Sonra filmler vardı; hep bir ağızdan söylenen şarkılar, aşklar, düşler, göğün altındaki her şey…
Tüm bunları anlattı gazeteci, uzakta hüzünle sarmalanmış ülkeye… Eğlencesini
yitirse de umudunu yitirmiyordu bu ülke. Umudu on dokuz yaşındakinin düşlerinde saklamıştı çünkü.Ve suskunlukta dile gelen gerçeğin kendisiydi.
-
Suya Düşen Dantel
Ustasının elinde kalem bir dantel gibi işler hikâyeyi, en ince ayrıntıları gösterir kelimeler okuruna, kimi solgun bir hayatın kuytuluklarında saklı kederleri, kim yitip giden hayallerin geride bıraktığı ümitleri, ister ki turnalar aksın başımızın üstünden, aşsın engin denizleri, yalçın dağları, ister ki aşka ve ayrılığa, hasrete ve hüzne dair ne varsa unutulan, anlatsın usul usul sevenlere, ayrı düşenlere, yitip gidenlere… Cihan Aktaş’ın kalemi bir turna misali, akıp gidiyor hayatımızın ortasından.
-
Suyu Arayan Adam
Bu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbinde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan’ı kurmak yolunda Kafkas, Hazer ülkelerine koşan bir Türk gencinin hikayesidir.
-
Taaşşuk-I Talat ve Fitnat
Günümüz Türkçesine Uyarlayan: Ömer Aslan
İlk görüşte âşık olan Talat ve Fitnat’ın trajik hikâyelerinin anlatıldığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat romanı, dönemin kadın erkek ilişkilerini, görmeden yapılan evliliklerin doğurduğu sorunları ele alır. Hemen her yaştan ve sınıftan kadının aile ve toplum içindeki konumlarına ilişkin meselelerini hikâye eden yazar, bununla da yetinmeyip Talat’ı kadın kılığında, tebdil-i kıyafet İstanbul sokaklarında dolaştırarak yaşadıklarını anlatır.
Şemsettin Sami (1850-1904) Dil bilgini, gazeteci, sözlükçü, yazar Şemsettin Sami, Yanya’nın Fraşer kasabasında doğdu. Fraşer’de başladığı öğrenim hayatına Yanya’da, bir Rum okulunda devam etti. Bu okulda İtalyanca, Rumca, Eski Yunanca ve Fransızca öğrendi, bir yandan da özel hocalardan aldığı derslerle Farsça ve Arapçasını ilerletti. 1871’de İstanbul’a giderek Matbuat Kalemi’ne girdi. 1872’de Hadika’da gazetecilik hayatına atılan Şemsettin Sami, aynı yıl edebiyatımızın ilk telif romanı sayılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı yayımlamaya başladı. Trablusgarp, Sabah, Tercüman-ı Şark gazeteleriyle Aile ve Hafta dergileri onun gazetecilik ve dergicilik alanındaki diğer önemli faaliyetlerindendir. Fransızcadan İhtiyar Onbaşı ve Galetée oyunlarını tercüme edip yayımlar. Daha sonra Besa yahut Ahde Vefa adlı oyunu yazar ve oyun Osmanlı Tiyatrosu’nda sahnelenir. Seydî Yahya, Gâve yazarın tiyatro türündeki diğer yapıtlarıdır. Sefiller, Robinson gibi önemli eserleri dilimize kazandırır. Cep Kütüphanesi serisinde mitolojiden kadınlara, İslam medeniyetinden astronomiye çok çeşitli konularda ansiklopedik nitelikte küçük kitaplar yazar. Bütün bu çalışmalarının yanı sıra asıl dikkatini dil üstünde toplayan Şemsettin Sami, Kamus-ı Fransevî (Fransızcadan Türkçeye/Türkçeden Fransızcaya sözlük) ve Kamus-ı Türkî (Türkçe sözlük) gibi iki önemli sözlük ile altı ciltten oluşan ansiklopedisi Kamusü’l-a’lâm’ı hazırlar. Ömrünün son yıllarında Türkçenin en eski eserlerini araştırmaya yönelen yazar, Orhun Abideleri ve Kutadgu Bilig üzerine çalışmıştır. Kültür dünyamıza dil çalışmaları, sözlük ve ansiklopedi yazarlığı, çeviri, roman ve oyunlarıyla önemli katkılar sağlamış Şemsettin Sami’nin eserlerine Türk Edebiyatı Klasikler Dizimizde yer vermeyi sürdüreceğiz. -
Tahta At
Sinema ve televizyon ekranlarının sevilen yüzü Bahadır Yenişehirlioğlu yeni romanı TAHTA AT’la bir aile öyküsü üzerinden insanın kendi içindeki iyi ve kötüyle ilişkisini etkileyici bir biçimde anlatıyor ve TAHTA AT ile bugüne kadar kaleme aldığı en hızlı kurguyla çıkıyor okurlarının karşısına.
İnsanın kendi içindeki iyi-kötü savaşını yer yer adeta bir Musa kıssası olarak anılacak bir romanla resmediyor. Karakterleri güçlü, kurgusu sağlam ve sürprizlerle dolu bir roman…İstanbul’un Boğaz’a nazır tepelerinden birinde görkemli bir villa; Haznedaroğlu Köşkü.
Köklü bir ailenin birkaç nesildir yaşadığı göz kamaştırıcı hayat.
Paraya, güce, statüye, delicesine âşık olduğu bir eşe ve güzel bir evlada sahip bir adam, Ekrem Bey.
Ekrem’in asil ve iyiliksever eşi, bir kadının belki de en çok istediği şey olan sevilme duygusunu sonuna kadar yaşayan Zerrin Hanım.
Ekrem Bey ve Zerrin Hanım’ın gözlerinden sakındıkları, genç ve güzel kızları Elif.
Elif’in hayatında ilk kez aşkın en masum ve güzel halini yaşadığı, yetenekli ve yakışıklı basketbolcu Bora.
Dışarıdan bakıldığında göz kamaştırıcı görünen hayatlar arkasında neler gizler?
Gün gelir buz tutmuş bir dağda bir filiz çatlatır mı bütün dağı?
Yalan nedir gerçekte?
Peki ya kötülük?
Kötünün karşısında kendini koruma refleksiyle bir an içi ağızdan çıkıveren bir söz büyüye büyüye nasıl bir kâbusa dönüşür?
Kötülüğe tutsak kalmış birini oradan ne tutup çıkarabilir?Rastlantı diye bir şey yoktur.
İnce bir hesap, hepsi bu… -
Talebe
Tara Westover’ın bir doğum belgesi olmadı. Okul kaydı yoktu çünkü hayatında hiçbir sınıfa ayak basmamıştı. Tıbbi dosyası yoktu çünkü babası tıp biliminden ziyade kıyamete inanıyordu.
Çocukluğunda Mormon babasının bağnazlığa, erkek kardeşinin şiddete teslim oluşunu izledi. Ve on altı yaşına geldiğinde Tara kendi kendini eğitmeye karar verdi. Bilgiye duyduğu açlık onu Idaho’nun dağlarından çok uzaklara, okyanusların ötesine, bir kıtadan diğerine, Harvard’dan Cambridge’e taşıdı. Neden sonra aklına şu soru düştü: “Acaba fazla mı uzağa gittim?”, “Eve dönmenin hâlâ bir yolu var mı?”
Çıktığı günden itibaren dünya çapında büyük övgü toplayan, pek çok yayın organı tarafından yılın kitabı seçilen ve şu ana dek 40 dile çevrilen Talebe bir kendini inşa öyküsü. Tara Westover, hiddetli bir sadakatle bağlandığı ailesinin, eğitim sayesinde yaşadığı değişimin ve ayrılık kederinin hikâyesini –bizzat kendi hayat hikâyesini– büyük yazarlara özgü bir içgörüyle anlatıyor. Yürek burkan ve umut saçan bir hikâye bu.
“Sarsıcı. . . Tara Westover’ın hayat hikâyesi sıra dışı ama kitabın merkezindeki sorular hepimize dair: Sevdiklerimiz için kendimizden ne kadar ödün verebiliriz? Büyüyebilmek için onlara ne kadar ihanet edebiliriz?”
-
Tanios Kayası
Yine bir Doğu öyküsü. Mehmet ali Paşa’lı yılların Mısır’I. Güzelliğini çarmıh gibi taşıyan bir kadın: Lamia. Lamia’nın gölgesine sığındığı bir şeyh: Francis. Yasak aşk meyvesi bir oğul: Tanios. Başka bir kadın: Esma. Bir serüven ve sadakat romanı.
-
Tarihe Tanıklığım Otobiyografik Kayıtlar
“Buradakiler hayatımın belirli kesitleri çünkü hayatımın tamamının bazı kısımlarını unuttum, bazı kısımları da bana özeller. Geriye kalanlar ise biyografiden çok tarihi kronoloji mahiyetinde. Hayatımı takip eden hadiselere ilişkin hikayeler, gerçek şekilde, kendimize ait hikayeler ne kadar samimi ve doğru olabilirse o ölçüde anlatıldı. Hatıraların nasıl kaleme alındığını bilmiyordum. Meşhur Churchill’in eserini okurken edebiyatın bu türünde, Churchill’in kendisinin de ifade ettiği üzere, yazarın tarihteki siyasi ve askeri gelişmeleri kendi şahsi tecrübeleriyle bağlantı kurarak yazdığını anladım. Bu nedenle de hatıralar her zaman subjektif görüşlerdir. Bu tarih değildir ve tarih, onu yaşayanlar tarafından yazılmamalıdır. Kitap metninin nisbeten büyük bir kısmı, o döneme ait mektuplar veya mektupların kesitlerinden, konuşmalardan ve mülakatlardan oluşuyor.Bunlardan bazılarını bütün olarak almayı veya geniş şekilde sunmayı gerekli gördüm zira bunlar benim cereyan eden hadiselere mesafesiz, hızlı ve bazen de anlık tepkilerim. Bunu yaparken, geçmiş olaylara şahitlik etmenin en aslına uygun yolunun bu olduğunu düşündüm. Üstelik bu sayede buna benzer yazılarda sıklıkla görüldüğü gibi kendimi olduğumdan daha akıllı göstermekten de kaçınmış oldum. Kısacası, bundan sonra gelenler tarihimizin zor bir dönemine ilişkin benim doğrularımdır.”
-
Tasavvuf Tedbirleri
Elinden, dilinden, belinden başkalarını emin kılıyorsan tasavvufun tam söylediği yerdesindir. Çokluk değil kanaat peşinde olan kişi gerçek mürşidini bulmuş demektir. Mülkiyetle arana sütre koymayı başarmışsan, dünyanın fani olduğuna, insanın ölümlülüğüne hakkal yakin, ilmel yakin ve de ayne lyakin inanmış isen mürit olmasan ne çıkar? Yalanı ve de yanlışı kutsamayan, menfaatleri tarafından kılavuzlanmayan sahici bir insansanız şeytan sizden ümidi çoktan kesmiş demektir. Acı ve ıstıraplara bir imtihan bilinciyle tahammül ve sabır gösterdiğin kadar cennet nimet, haz ve mutluluğuna iştiyak hissedip özlem duyabiliyorsan ruhbanlığa değil zühde yakın olduğun konusunda şüphen olmasın. Şirk de şirket de bu mecrada birlikte at koştururlar, sen sen ol ikisine de tamah etme. Düşeni kaldır. Kalkanı kalkındır, bilmeyeni aydınlat, kötüye kötülük etme, iyinin iyiliğini ortaya saçma. “Ben” deme farkında olmadan benlik davasının ötesine geçemezsin. Kalabalıkların aklını ipotek altına alma. Aklını kullanmayan kendini kullandırır. Aklını Müslüman kıl, önce kendi nefsini irşat et, kendinle rabıta kur.
-
Taşları Yemek Yasak
“İşte Allah’ın insanlar için gönderdiği emir ve nehiyler böyledir. İnsan ancak bu emir ve nehiylerle hakikatin nasıl tecelli edebileceğini öğrenebilir. Eğer Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeylerle ilk karşılaşan insan bunu tabii karşılarsa, aklına uygun bulursa bu emir ve nehiylerden hiçbir şey öğrenemez. Ama bazı izleri takip edip emir ve nehiylerin nelere tekabül ettiğini öğrenebilirse hakikate varabilir. İnsanın taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olandan fazlasını elinde tut¬ması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o “şey” olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taş¬tır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”
-
Tatar Çölü
İtalyan edebiyatının köşe taşlarından Dino Buzzati’nin ilk romanı olan Tatar Çölü, modernist edebiyata yapılmış en önemli katkılardan biri. Genç teğmen Giovanni Drogo, ilk görev yeri olarak Tatar Çölü’ndeki Bastiani Kalesi’ne tayin edilir. Uzun boylu kalmak istemediği bu sınır bölgesinde geçirdiği seneler ona, vaktiyle gözünde büyüttüğü zafer tutkusunun kofluğunu ve askerlik hayatının monotonluğunu öğretir. “Yaşamı boyunca beklediği an” bir türlü gelmez. Zamanla “sesi, ihtiyar sesine dönüşür”, “bakışları çok yaşlı bir adamın bakışları gibi sarımtırak ve camdan bir görünüş alır”. Varoluşun anlamsızlığı, boylu boyunca serilir önüne. Gündelik hayatın durağan ritmi, alışkanlıkların uyuşturucu etkisi ruhunun derinliklerine işlerken Tatar Çölü’nün sadece kendisinin değil aynı zamanda insanlığın sınır bölgesi olduğunu anlar. Edebiyatta Beckett, Camus ve Kafka’nın başlattığı varoluşsal sorgulamaya karmaşık bir boyut katan, zengin bir anlatı Tatar Çölü.
“Tatar Çölü, sadece aklıyla hareket ettiğini düşünen insanlara meydan okumak gibi büyük bir riski göze alan, sıra dışı bir roman.”
Tım Parks -
Tek Kelimelik Sözlük
‘-Bir sözlüğe ihtiyacım var
-Kaç kelimelik olsun
-Tek.Çocukluğumuza mı ihtiyacımız var? Yıllarımızı onunla geçirmiş olsak da bir sabah oyuncaklarını toplayıp gitmesine ve dönmeyeceğini bildiğimiz halde hayat boyu onu özlemememize göz yummasına mı? Hayır, biz çocukluğumuz olmadan da yaşarız.
Işığa mı ihtiyacımız var? Aydınlığa tutkun ruhumuza karanlığın hiç gelmeyeceğini düşündürecek kadar aldatıcı olmasına mı? Hayır, biz ışıksız da yaşarız.
Bir uçurtmaya mı ihtiyacımız var? Bulutları sobeleyecek kadar yükselsek, cesaretimiz herkesi imrendirse de bizi incecik bir ipin hep bir yere bağladığına ve kurtuluşumuzun olmadığına mı? Hayır, biz uçurtma uçurmadan da yaşarız.
Güzelliğe mi ihtiyacımız var? İlginin geldiği hiçbir adresi sorgulamadan, geçen yıllarla bizden bıkmayıp hep yanımızda kalmasına mı? Hayır, biz güzel olmasak da yaşarız.
Aşka mı ihtiyacımız var? Bizi bir sarkaç gibi mutluluğun ve çaresizliğin arasında götürüp getirmesine ve hiçbir tarafta karar kılmamasına mı? Hayır, biz aşksız da yaşarız.
Hayallere mi ihtiyacımız var? Bize bugün kendi kurduğumuz krallıkların tacını giydirirken, yarın bir efsanevî bir kahramana dönüştürmesine mi? Hayır, biz hayal kurmadan da yaşarız.
Bir kelimeye mi ihtiyacımız var? Bütün sırları kulağımıza fısıldayacak, korkularımızın iskambilden evlerini bir işaretiyle dağıtacak bir kelimeye mi? Hayır, biz o kelime olmadan yaşayamayız. Bizim sadece tek bir kelimeye ihtiyacımız var.
A.Ali Ural “Tek Kelimelik Sözlük”’ünde onlarca kelimenin pencerelerini açarken hep aynı kapının önünde duruyor. “Tek Kelimelik Sözlük” te her kelime bir deneme, her kelime bir şehir, her kelime bir şehrâyin… Bütün kelimelerde tek bir kelimenin kudreti kutlanıyor.
devamını oku