Mustafa Kutlu 6 Mart 1945 yılında Erzincan’da doğmuştur. Erzincan Lisesinden mezun olmuştur. Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesini bitirmiştir. Edebiyat öğretmenliğini çeşitli illerde yapmıştır. Daha sonra mesleğini bırakmıştır. Hareket ve Dergah dergilerinde Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisinin yayın faaliyetlerini sürdürmüştür. Senaryolar yazmıştır. Özel bir kanalda sohbet programları yapmıştır. Şu anda yazı çalışmalarını sürdürmektedir. Mustafa Kutlu sadece hikaye türünde eserler vermiştir. Yazdığı hikayelerinde Anadolu insanının acılarını, cahil ve perişan halkı, aydınların ve çeşitli politikacıların söylemleriyle geri bırakılmış insanların yaşamını anlatmıştır. Anadolu insanının ve Doğu insanının konuşma şekillerini, şive taklitlerini başarıyla eserlerine yansıtmıştır. Mustafa Kutlu yabancılaşmaya karşıdır. Ona göre toplumumuzun gelişmesi tarihimizde ve öz değerlerimizde gizlidir. Hikayelerini müstakil şekilde yazmıştır. Onun hikayelerinin en önemli özelliklerinden biri müstakil yazılmalarına rağmen bir araya konduğunda bir bütünü teşkil etmeleridir. Bu teknik edebiyatımızda büyük bir yeniliktir. Mustafa Kutlu bu tekniği Kuranı Kerim’de görülen ve geleneğimizde olan kıssa kavramından esinlenmiştir. Mustafa Kutlu hikayelerinde din ve tasavvufun yozlaştığını anlatmaya çalışmıştır. İslam inancına olan büyük bağlılığı onu tasavvufi bir dilin peşinden koşturmuştur. Bu nedenle genellikle tasavvufi konulara yönelmiştir. Yazarın üslubu az söz çok mana ilkesine bağlıdır. Kendine has, alışılmamış cümle yapısı ile başarılı bir üslup oluşturmuştur. Hikayelerinde toplum yapısının değişmesi sonrası kendi olmaya çalışan insanları anlatmaya çalışmıştır. İnsan derinliğini araştırarak taşradan şehre bakan bir bakış açısı yakalamıştır. Hikayelerine bakıldığında iç konuşmalar ve diyaloglar canlı bir anlatımla yazılmıştır. Ayrıca hikayeleri farklı metinlerden alınmış parçalarla zengindir.
Mustafa Kutlu’dan İstanbul gezi yazıları! Bizleri alıp İstanbul’un 35 yıl önceki ara sokaklarına, caddelerine, dükkânlarına, araçlarına götürecek; kendi gözünden yorumları ile kimi zaman duygulandıracak, kimi zaman ise gülümsetecek bir kitap… Üç kitaplık seri hâlinde yayımlanacak olan İstanbul gezi yazıları Kutlu’nun önceden yazıp bir kenara kaldırdığı, şimdi tekrar gözden geçirip okurlara sunduğu gezi yazılarından oluşuyor. İlk kitabını okuduktan sonra diğer kitaplarını da heyecanla bekleyeceğimiz bir seri…
“Biz dünyadan gider olduk Kalanlara selâm olsun Bizim için hayır dua Kılanlara selâm olsun Ecel büke belimizi Söyletmeye dilimizi Hasta iken hâlimizi Soranlara selâm olsun” Mustafa Kutlu, deneme serisinden, bu sefer anı yüklü bir eser ile karşımızda. Bir kısım dostlarından bahsettiği bu eserde, dolu dolu yaşanmış yıllarına değiniyor. Bir fotoğraf ve kısa metinler ile Kutlu, bir dostluğun nasıl kurulacağını, nerelere gelebileceğini bizlere anlatıyor. Bu bir dostluk ve aynı zamanda yaşanmışlıklar kitabıdır.
Aile ilişkilerinin ve kardeşlik bağının önemini anlatan bir kitap… Bir çocuğun mutluluğunu ve hayallerini önemseyecek, dünyaya onun yüreğinden bakacaksınız.
“… Oltanın ucundaki balık şöyle dedi: ‘Yem öyle büyülü, çekici, gerçek idi ki; nasıl desem gerçekten daha gerçekti. Şimdi şu son nefesimi verirken itiraf ediyorum: “Tanrım bunu beklemiyordum’. * Elinizdeki kitap sadece şu mektuptaki cümle yüzünden kaleme alınmıştır desem yeridir. Çağdaş Küresel Medeniyet’in (O iki asırdan beri peşine düşüp yetişmeye çalıştığımız muasır medeniyet) insanlığı getirdiği son durak burasıdır.” Mustafa Kutlu’nun gazete yazılarından derleyerek yazdığı yeni eseri toplumumuzun tüm sorunlarına, eksiklerine, nereden nerelere gelindiğine ışık tutarken, çözümlerini de kelimelerinin arasında ilgililere sunuyor.
İçindekiler – Bu böyledir – Bahtımın yıldızı – Süleyman’ın seçimi – Red cephesi – Manifatura – Kahkaha çiçeği – Su sesi – Son Kutlu’nun Dergah Yayınları arasında çıkan diğer hikaye kitapları şunladır. Ortadaki Adam (1970), Gönül İşi (1974), Yokuşa Akan Sular (1979), Yoksulluk İçimizde (1981), Ya Tahammül Ya Sefer (1983).
Tarihin çöp sepeti Politik-vizyon Her ne var alemde Aramakla bulunmaz Mürit Satılık huzur Cüz gülü
Sıcaktan dili dışarı düşmüş bir köpek sarsak, ağır ve bezgin adımlarla meydanı bir baştan ötekine geçip köşedeki kasabın önünde durur. Oracıkta dikilen kıdemli sokak kedileri kendilerine benzeyen bu yaşlı köpeği umursamaz. Kasap dükkanının gölgeli kapısında naylon şeritlerden, rengarek boncuklardan oluşmuş bir sineklik asılıdır. Sineklik kıpırdamaz. Havada en ufak bir esinti yoktur. Öğle sıcağı kasabının üzerine abanmıştır. Öyleki sanırsınız gökten kıvılcım yağıyor. Binalar, ağaçlar, insanlar ve açıktaki bilumum eşya bir ışık selinde yıkanmaktan bitap düşüp yerlere serilmiştir. Kaburgaları açlıktan birbirine geçmiş yaşlı köpek, kasabın kapısına mahmur bakışlarla bir göz attıktan sonra, yine öyle yalpalayarak köşeyi kıvrılır, top akasyanın gölgesine yatar.
İnandığımız, uğruna pek çok şeyi göze aldığımız “dava”lar. Birlikte yürünecek bir yol. Bizimle aynı duyguları, fikirleri paylaşan arkadaşlar. Bu insanların açmazlarını, acılarını dile getiriyor.
Türk hikâyeciliğinin usta kalemlerinden Mustafa Kutlu, Tirende Bir Keman adlı son kitabıyla okurlarıyla buluşuyor.
Kimi zaman güldüren çoğu zaman da hüzünlendiren musikişinas bir baba-oğulun hikâyesi, okuyanların yüreğine dokunacak türden… Her hikâyesinde olduğu gibi Türk toplumunun duygu ve düşüncelerine ayna tutan Kutlu, hayat verdiği karakterlerle bize insanlık hâllerini anlatıyor.
Hayal kırıklıkları karşısında sonu gelmeyen tiren yolculuklarına çıkan Kenan ve yolculukta onu yalnız bırakmayan oğlu Sadullah… Gerisi ise istasyonları doldurup boşaltan yolcular misali hayatlarına girip çıkmış insanlar… Değişmeyen şeyler de var elbette: Yanlarından ayırmadıkları keman ve dillerinden düşürmedikleri şarkılar. Bir de hasret ve gurbet…
Ellili yılların havasını taşıyan bu şarkılarla Yeşilçam filmi tadındaki hikâyeyi Mustafa Kutlu’nun kaleminden okuyacaksınız.
Gün gelir hakikate giden yola barikatlar kurulur. Bu defa sorulan soru şudur: ‘Ne yapmalı?’
Önce niyet edeceğiz, ardından kalbin sesine uyarak sonsuzluğa yöneleceğiz. Üç hakîmin hükmünde hata aranmaz: Kalbin, kaderin, ölümün.
Aramak vazifedir. ‘Aramakla bulunmaz fakat bulanlar ancak arayanlardır’ denilmiş. İnanmak ve sevmek şart… Arayışta esas olan samimiyettir. Kendini belli eden sanattan, nümayişçi ahlâktan ve kendine güvenen ibadetten uzak durmalı. Hakikatın-hayrın-güzelliğin ardına düşüp; gayret bizden, tevfik Allah’tan demeliyiz.
Ey kalbi olanlar!
Ümit ve korku arasında bulunanlar!
Takva sahipleri için zaman yok hükmündedir. Her an her şey olabilir!
Allah bes, baki heves.”
Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu. Babam “inatsın inat… İnatçı adamın saçı yatmaz. Dedeme çekmişsin besbelli. Keşke annene benzeseydin” diyordu. Keşke…
Annemin lepiska gibi yumuşacık, sarı saçları vardı. En çok o mavi gözlerini özlüyorum. “Benim oğlum okuyacak yüksek bir memur olacak” der, sonra da göz ucuyla babama bakardı…. Devamı kitapta.
Bedeni ve maddi hazlara bağlı bir mutluluk düşüncesini besleyip büyütüyoruz. Dünya muhabbetini sayısız teferruat ile zenginleştiriyoruz. Nefsin ihtirasları bizi her an değişik parıltılar yayan eşyaya doğru koşturuyor. Bu vahşi koşu modern dünyanın simgesidir. Bu kitap kalbi olanı, aşkı ve öteleri dile getirerek hayatın hakikatına işaret ediyor. İçimizdeki yoksulluğu farketmek için belki bir fırsattır bu.
Türk edebiyatının usta hikâyecilerinden Mustafa Kutlu’nun yeni kitabı Tarla Kuşunun Sesi, okurlarıyla buluşuyor…
Kutlu, “halk destanı” tarzında kurduğu hikâyede, bir ailenin kuşaklar boyu yaşadıklarını anlatıyor. Kalabalık bir ailenin hayatını merkeze alan Kutlu, diğer hikâyelerinde de olduğu gibi hikâyeyi günlük hayatın unsurlarıyla zenginleştiriyor. İnsana, aileye, topluma “gerçekçi” ve “merhametli” bir gözle bakan anlatıcı, hikâyeye tarihi bir arka plan da çiziyor.
“Böyledir. Her şeyin aynı şekilde sürüp gideceğini sanırız. Kâinata ve hayata akıl erdirmeye çalışmak boş. Akıl dediğin bir yere kadar. Nasıl gayba inanıyoruz, olup bitenler için şöyledir böyledir demenin bir mânası yok. Teslim olmalı.
(…)
İşte su üzerine bir yazı yazdık, geldik gidiyoruz. Şu gölgede bir miktar dinlendik. Hepsi bu.
İdare edin. Hoşça kalın.”
Onlar çekişedursun, parkın uyanık güvercinleri hiç çekinmeden önlerine kadar gelmiş, dökülen susamlara dalmışlardı. Çocuklar fazlalık olan parçayı güvercinlere doğradı. Önlerinde bir güvercin bahçesi oluştu.
Biri çekinerek ayaklarına dolanan kuşlardan birini okşadı. Hayret, kaçmıyor. Bir daha okşadı, bir daha, çok hoşuna gitti bu. Hayatında ilk kez bir güvercin okşuyordu. Onu gören öteki de güvercinleri okşamaya başladı. Arada bir göz göze geliyor birbirlerine gülümsüyorlar. Yüzsüz güvercinleri aç sanmışlardı. Kalan simitleri de doğradılar. Kuşlar yedikçe sanki onlar doyuyordu. Güvercinlerin parlak tüylerinden geçen sevgi ve merhamet en saf hali ile çocuk kalplerini doldurmuştu.
Sonunda simitler bitti.
Ortada tek bir susam tanesi kalmadı.
Güvercinler birden havalanarak ve çocukların yüreklerini ağza getirerek uçtular.
İleride simit yiyen bir genç çiftin önüne kondular.
Simitçiler birbirlerine baktı.
Sonra güvercinlere baktı.
İkisi de sevincini bulmuştu.
Artık ne açlık, ne tasa. Artık gidebilirler, yeniden satışa çıkabilirler.
Her birinin etrafında yüzlerce melek dolaşıyor.
Elbette bütün simitleri satacak, cepleri para dolu olarak analarına koşacak, bu güvercin hikayesini anlatacaklar.