Karanlık odada bulunan insanlar bir fili nasıl tanıyabilir? Soruyu ‘körlerin fili anlama çabası’ olarak da kurgulayabiliriz. Körler bir fili nasıl tanır? Hiç kuşkusuz duyularının verisiyle! Peki sonra ne olur: Herkes kendisine göre ‘fil şudur’ diyecek ve bitmez tükenmez bir tartışma başlayacak. Ta ki odanın dışındaki birisi filin bütünü hakkında bilgi getirene kadar tartışma devam eder. Dini düşüncede odanın dışındaki veya gözleri açılmış olan kişi peygamberdir. ‘Dini düşünce’ peygamber rehberliğinde mutlak hakikate doğru yolculuğun-arayışın sistematik yöntemine verilen addır. Elinizdeki kitap ‘mutlak hakikat’ veya meşhur örnekle ‘filin tümünü’ görmekle ilgili insanlığın kadim talebine dini düşüncenin önerdiği çözümle ilgili yazılardan, ikinci kısmı da aynı konularla ilgili değişik vesilelerle yapılmış röportajlardan oluşmaktadır. Birinci bölümde ‘tasavvuf nedir?’ sorusuyla başlayan yazıyı Gazali’nin el-Munkiz’i üzerindeki hacimli bir yazı ve nihayet İbnü’l-Arabi üzerindeki yazı takip etmiştir. Yazıların ana fikri, İslam metafizik düşüncesinde insanlığın ‘fili bütün görmek-tanımak’ talebine nasıl bir karşılık verildiğin tespitidir. Kitabın ikinci bölümü ise İslam düşüncesinin çeşitli sorunlarıyla ilgili yapılmış röportajlardan oluşuyor.
“Bu eser, İmâm-ı Rabbânî’nin tasavvufî görüşlerinin bir hulâsasını ihtiva ettiği için oldukça önemlidir ve ‘Mektûbât’ın özeti’ diye nitelenmesi mümkündür. Ayrıca Mektûbât’ta bulunmayan birçok yeni bilgiyi de içermektedir.” Prof. Dr. Necdet Tosun “İkinci Binyılın Yenileyicisi” (Müceddid-i Elf-i Sânî) olarak anılan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin Mebde’ ve Me‘âd, Ma‘ârif-i Ledünniyye, Mükâşefât-ı Gaybiyye isimli üç risalesi, Nakşbendilik sahasında çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Necdet Tosun tarafından Farsça aslından özenle çevrildi. İmâm-ı Rabbânî Risaleleri, Hâcegân ve Nakşbendî büyüklerinin seyr u sülûk usulleri, mânevî yolculuğun mertebeleri, ruhlar âlemi, tecellîler, vahdet-i şuhûd, Allah’ın zâtı, sıfatları ve bunların dünya ile ilişkisi gibi hem kelâm hem de felsefenin temel konuları hakkında tasavvufî yorumlar ihtiva ediyor.
Bu eser, engin ilmi ve ilgi çeken görüşleriyle sadece İslâm dünyasında değil, Batı âleminde de kendini kabul ettirmiş bilge bir âlimin eseridir. Diğer Avrupa dilleri bir yana, sadece Fransızcaya üç kere çevrilmiştir. Yazar, 20 sene boyunca tuttuğu notları, günlükleri, değerlendirmeleri, şahit olduğu ibret verici hikâyeleri ve öğütleriyle 850 yıl öncesinden günümüze ışık tutuyor. İbnü’l-Cevzî, kendi gözlemlerinden hareketle, insanoğlunun farklı yönlerini gözler önüne seriyor, o yüzden de halk kesiminden en yüksek düzeydeki ilim ve fikir adamına kadar herkese sesleniyor. Bu eser, döne döne okuma isteği uyandıran, vazgeçilmez bir başucu kitabıdır. Zevkle okunacak, çok şey öğrenilecek bu kitabın sayfalarına öylesine bir göz gezdirmek bile insana, ihtiyaç duyduğu huzurun ve mutluluğun tatlı nefesini hissettirecektir.
Bu kitap İsmail Hakkı Bursevî’nin kaleminden farklı bir esmaü’l-hüsna şerhi sunuyor okurlara. Bursevî eserinde Hayy, Alîm, Mürîd, Kadîr, Evvel ve Âhir, Zâhir ve Bâtın, Rahmân ve Rahîm, Müdebbir ve Mufassıl isimlerini şerh eder. İsm-i azamı, isimlerin şehir ve mekânlarla irtibatını, eşya ve kâinattaki varlık silsilesi içinde kazandıkları anlamları, amelî karşılıklarını, kişinin bu isimlerden faydalanabilmesi için yapması gerekenleri ve daha birçok konuyu inceler. Bahse konu olan isimlerle ilgili ayet ve hadisleri şerhine dahil eden Bursevî, eserinde zaman zaman büyük velilerin söz ve menkıbelerine de yer verir. Metni şiirleriyle zenginleştirerek tasavvufî birikimini edebî bir üslûpla süsler. İsmail Hakkı Bursevînin Esmaü’l-Hüsna Şerhi Allah’ın isimlerini yeni bir tatla okumak ve farklı yönleriyle öğrenmek isteyenleri engin bir mana denizine çağırıyor… “İmdi, yüzyılların geçmesiyle eskimeyecek olan bu kitapta, kabiliyet sahibi insanların bulunduğu memleketler için defnedilmiş bir mecmua vardır. Esası, hakikî ilimler ve zevkî melekelerdir.” “İster aba olsun ister kaftan, her biri bir surettir, maksat ise manaya ulaşmaktır.”
Büyük ruhâniyetli âlim Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, bu eserinde insanlığın en büyük korkusunu, bu dünyadan ayrılma ürküntüsünü giderecek ve gönülleri yatıştıracak öğütler veriyor. O korkuyu yenenlerden sayısız örnekler sunuyor: İnsan, öte âlemde yaşayacağı sonsuz hayatı zihnen bir hayal etmeli! O hayatın ebediyen süreceğini, son ve sınır nedir bilinmeden bitmez tükenmez yaşayış içinde olacağını gözünün önüne getirmeli! O zaman içinde duyacağı sevinç, nasıl bir acı olursa olsun, bütün acılarını unutturur. Dahası, öylesi bir cennete erişmek için ölümün gerekli olduğunu da bileceği için, artık ölüm ona tamamen anlamsız ve önemsiz gelir.
“Ey gönül! Ses etme bekle. ‘Ya nasip!’ de, Rabbine bırak. Dert insana yol gösterir.” Hz. Mevlânâ Her sabah mutlu bir gün geçirme hayalleriyle uyanan, nereye gitse, “Mutlusun değil mi?” sorularına muhatap olan, mutlu değilse ayıplanan ve yaşam gayesi mutlulukla sınırlı olan modern zaman insanları olarak dertlenemiyoruz. Gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenince diğer hepsinin yanlış iliklenmesi gibi mutlulukla ilgili anlayışımız çarpık olunca, diğer tüm duygularımız da çarpıklaştı. Aslından uzaklaşan her şeyin kendine yabancılaşması gibi mutluluk da bambaşka bir şey oluverdi. Mutlu olmak adına yapılan her eylemin mutsuzlukla sonuçlanması, hazin bir tablo oluşturdu bizler için. Ömer Güçlü, tökezleyebileceğimiz bu noktada, Mutlu Olma Dertli Ol! diyerek bakış açımızı değiştirmeye davet ediyor bizleri…
Hz. Mevlânâ’nın “birlik dükkânı” olarak tanımladığı, içinde birbirinden hikmetli hikâyelerin, kıssaların, mesellerin ve beyitlerin bulunduğu Mesnevî-i Şerîf’in günümüze kadar birçok tercümesi ve şerhi yapıldı. Mesnevî’deki bazı uzun hikâyeler de birçok dilde muhtelif girişimlerle derlenerek yayımlandı. Fakat Ben Sağırım Efendim: Mesnevî’den Hikmetli Hikâyeler, Fars dünyasının yerel ve hikemî eserler ile edebiyat alanındaki en itibarlı isimlerinden biri olup bu alanda hatırı sayılır bir ağırlığı bulunan, yıllarını özellikle gençleri ve çocukları kadim hikmete yönlendirmeye adamış Mehdi Azer Yezdî tarafından yayına hazırlanmış olması hasebiyle oldukça önem arz ediyor. Bu çalışmadaki hikâyeler, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş kıssadan hisse ve mesel geleneği ile tekniğini belirli bağlamlar içinde, en gencinden en olgununa geniş bir okur kitlesine sunuyor. Fars dilinin özgünlüğü ehli tarafından korunarak hazırlanmış olan bu eser, geçmiş ile gelecek arasında, başta Hz. Mevlânâ’nın zamansız ve çağlar aşan dili ile bir köprü kuruyor. Çalışma, aynı zamanda barındırdığı seçkinin özgünlüğü ile de bir başucu kitabı olma niteliğinde.
Ümitsizlik diyarına gitme, ümit burada Karanlıklar diyarına gitme, güneş burada Gönül seni, gönül ehlinin diyarına Ten seni, su ve çamur hapsine çeker O zaman gönüldaşdan gönül gıdası al da Gönlün gıdalansın Mevlânâ Şafak Yazıları, din, felsefe ve metafizik konular üzerinde yoğunlanmış bir akademisyen olarak tanıdığımız Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın 15 Temmuz hadisesinden gençler arasındaki ahlâkî çözüntüye kadar geniş bir yelpazede yazdığı yazılardan oluşuyor. Yürüttüğü diplomatik görev dolayısıyla İslâm dünyasının en ücra köşelerine kadar uzanan yeryüzü seyahatlerinde dünyada olup bitenleri yerinde gözlemleme imkânı bulan Kılıç, gündemde olan toplumsal, siyasal ve dinî konuları sûfî perspektifinden değerlendirirken can alıcı toplumsal yaralara salt güncel politika, istihbarat ve gazetecilik analizleri üzerinden cevap bulmak yerine, Oluş âleminde her olan bitenin kökleri sebepler âlemindedir, görüşünün izlerini sürerek sadra şifa çözümler arıyor. İslâm tasavvuf geleneğinin kaç asırlık tecrübesine sırtını döndüğü için tefekkür gücünü yitiren ümmetin evlatlarına, günlük olanı yorumlarken de kalıcı esaslardan vazgeçmemeyi, meselelere çözümü taşrada değil içeride aramayı, içeriye dönmeyi hatırlatıyor.
“Biz birleştirmeye geldik, ayırmaya değil,” düsturuyla yola çıkarak kökü gelenekte, dayanağı sebepler âleminde olan güncele dair disiplinlerarası değerlendirmelerini Şafak Yazıları ile sunan Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, bu kez, yine Yeni Şafakgazetesinde, zâhiren daha kısa bir zaman dilimi içinde fakat bâtınen belki de en yoğun dönemlerden birinde kaleme almış olduğu yazılarını Şafak Yazıları II ile okuruyla buluşturuyor. Görünüşte şekle ve surete dayalı işleyen fakat işin özünde dayanaksız tartışmalardan manen bunalıp yeni arayışlar içine giren günümüz insanının bu boşluğu doldurma çabalarına, kökü asırlara uzanan İslam tasavvuf Geleneğinde olan, muhtevası ise fıtratına temayül eden insanoğlunun kadim felsefesini, bilimini, matematiğini işaret eden bütüncül bir mesajı haiz ilim, tarih, edebiyat, kültür ve seyahat yazılarıyla cevap arıyor. Kendisine Türkiye’nin Endonezya büyükelçiliği görevi tevdi edilinceye kadar ilk kitabın akabindeki dokuz ay boyunca irfan merkezinde haftalık yazılar kaleme alan Mahmud Erol Kılıç, bu vazife ile yazılarına bir virgül koyuyor ve aslında, aynı idrak ile farklı düzlemlerde görevler ifa edeceğini belirtiyor. Zira derviş ol kişidir ki, bulunduğu her mekânın Yaradan’ın mülkü olduğunun bilincindedir. Bir yeri olmayan insan için her şehir ona yerdir Derviş nerede gecelerse orası onun sarayıdır Merd-i Hudâ için maşrık da magrib de garib değildir Zira her nereye gitse orası ona mülk-i Hudâ’dır (Hazret-i Hâfız-ı Şîrâzî)
“Kâinatın harflerini oku Çünkü biz de bir zamanlar yüce harfler idik Şimdi aşağıya indik Kâinatın harflerini oku Zira bu harfler sana Okunmak üzere gelmiş birer mektuptur” Sûfî ve Sanat, şiir, kitap, hat, mimari, musiki, çini, tezhip, ciltçilik gibi geleneksel İslâm sanatlarının anlamlandırılmasında tasavvufun rolünü anlatan, kâğıda, yazıya, notaya, taşa nakşolmuş bir düşüncenin kodlarını açmaya çalışan muhtelif konuşmaların bir araya getirildiği, sanat felsefesi bağlamında çok mühim noktalara ışık tutan bir eser. Tasavvuf süzgecinden geçmiş olan İslâm dinini, estetize edilmiş ilâhî bir yaşam olarak tanımlayan sahanın uzmanlarından Mahmud Erol Kılıç, kitap boyunca, manevî eğitimle kesret pazarından vahdete yükselen erenlerin dünyasından hayatı ve sanatı yorumluyor. Taç kapılarda tevhid sembolizminin, cami kubbelerinde âlem katmanlarının izini sürdüren bu eser, ne oldu da dinin metinleri letafete, estetik düşüncelere bağlı latif insan tipi üretemez hale geldi, sorusunun da cevabını barındırıyor satır aralarında.
Anadolu’nun Ruhu, Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’la tasavvuf, felsefe ve siyaset üzerine yapılmış söyleşilerden oluşuyor. Kılıç, söyleşi-kitap türündeki eserde genel manada ezoterizmin, hususi manada irfani geleneğin felsefi referans arayışındaki modern Türkiye’ye sunduğu imkânları ortaya koyuyor. Dünyada tasavvuf düşüncesi alanında söz sahibi olan Kılıç, gelenekteki dört katmanlı din anlayışının dinî tefekkür dünyasındaki sığlık ve yüzeyselliğin terapisinde nasıl önemli bir yere sahip olduğunu örneklerle anlatıyor. Peygamber dilinden söylenen “Rabbim bana şeylerin hakikatini göster” düsturunu insani hayatın her alanına taşıyarak suretten manaya, kılıftan öze doğru bir yolculuğa çıkmanın “anlama”daki önemini vurguluyor. Osmanlı ariflerinin “Biz iki anneden süt emdik” sözlerinin izini sürerek İbn Arabî ve Mevlânâ’dan Anadolu insanının aydınlanmasındaki iki büyük kurucu figür olarak bahsediyor. Bu söyleşiler bütününden çıkan mesaj çok çarpıcı. Kılıç, tarihte hiçbir kurucu rolü olmamış marjinal grup ve düşünüş tarzlarının dahi imtiyazlar elde edebildiği günümüzde mazlum “tasavvuf”a hakkının ne zaman teslim edileceğini soruyor, soruşturuyor, sorguluyor…
“Tasavvuf nedir?” “Bugünün insanına neler söyler?” “İnsanın özüne ve hakikate giden manevi eğitim nasıldır?” Hayatın Satır Araları, bu ve benzeri soruların cevaplarını arayanlarla hasbihal eden bir kitap. Dervişlik yaşam algısının modern zamanların yaralarına nasıl merhem olacağını gösteriyor ve hayatın birçok alanını sufi bakış açısıyla yorumluyor.
Bu kitapta, Müslüman olmuş seçkin bir Fransız düşünürünün kaleminden hayatları, tavırları, halleri ve yaşayışları destandan da öte bir anlam taşıyan hanımefendiler anlatılıyor. Hepsi de Peygamber Efendimizin çevresinde bulunma mutluluğuna ermiş ve akıllara durgunluk veren azim ve cesaretleriyle adlarını ölümsüzler defterine yazdırmış mübarek hanımlar… Onlar her bir anneye, her bir hanıma model olacakları kadar, her bir erkeğin de örnek alacağı ve sonsuz saygı duyacağı eşsiz insan numuneleri… İnançlı okur bu eserde, hiçbir sürükleyici romanın kendisine veremeyeceği eşsiz bir manevî hazzı tadacak ve aynı zamanda dünyanın gelmiş geçmiş en mükemmel hanım kahramanlarıyla tanışmanın tarifsiz mutluluğunu yaşayacaktır.
devamını oku
Eksikliğimizi görebilmek, yanlışlarımızdan dönebilmek, hatalarımızın farkına varıp özür dilemeyi becerebilmek bu kadar zor mu? Ya özür dileyeni affetmek, pişmanlığına inanmak, değişmesine yardımcı olmak daha mı zor ilkinden? Hayatın rövanşı olmadığına göre gerçekten yazık oluyor sevmeyi ve sevilmeyi tadamadan, kahırla, adavetle geçen ömürlere …
Bu kitap, Allah’a hakkıyla kulluk edebilmenin yol ve çarelerini gösteren en özlü tasavvuf eserlerinden biridir.
Batı dilleri dâhil pek çok dile çevrilen bu değerli eser, kalbi Allah’a bağlamak ve O’nun rızasını kazanmak için neler yapılması gerektiğini ikna edici bir dille anlatır. İnsanoğlunu kendi nefsinin nasıl aldatıp kandırdığını ve onun bu aldatışlarından kurtulmak için ne yapmak gerektiğini misallerle öğretir.
İbn Atâullah el-İskenderî tasavvufa sonradan girdiği için, tasavvufa yabancı insanlara nasıl yaklaşmak ve onların yönünü Allah’a tam olarak nasıl çevirmek gerektiğini çok iyi bilir. O yüzden de öğütleri, havada kalan sözler değil, insanın içine işleyen, kalbine dokunan nasihatlerdir.
Bu eseri okuyan kişi, kendisini gerçek bir şeyhin, bir mürşid-i kâmilin karşısındaymış gibi hisseder. Eğer Allah yolunda yürümek istiyorsa, bu kitap ona o yolu bütün yönleriyle açar. Kendisine hem dünyasını hem de âhiretini güzelleştirecek reçeteler sunar.
devamını oku
Ruhları Arındıran Eser
Bir müminin bu dünyadaki huzuru ve öte âlemdeki sonsuz saadeti, dupduru bir gönle, yatışmış bir kalbe ve dingin bir ruha sahip olup olmamasına bağlıdır.
Bir bakıma uygulamalı psikoloji el kitabı niteliğindeki bu eseri yazar, inananlar her iki dünyada da gerçek anlamda mutlu olsunlar diye kaleme almıştır.
Efendimiz aleyhisselâmın “Kendini bilen Rabbini bilir!” sözünden yola çıkan kitap, kendini gerçekten bilmek isteyene, insanın ruh hâllerini bütün yönleriyle gösteriyor. İnsana berrak bir ruh aynası tutuyor. Kişinin benliğini, egosunu, nefsinin dalgalanmalarını bütün çıplaklığıyla gözlerinin önüne seriyor.
Ve yazar, kişinin sadece ruhsal hastalıklarını göstermekle kalmıyor, her iki cihanda dingin bir hayatı olsun isteyenlere, uygulaması çok kolay reçeteler de sunuyor.
Bu esere imza atan ve 10. yüzyılda yaşamış olan Sülemî hazretleri, maneviyat âleminin Kuşeyrî gibi devlerini yetiştirmiş seçkin bir âlim ve mürşiddir.
devamını oku
Ülkemizde daha ziyade Güvercin Gerdanlığı kitabıyla tanınan ve bilinen İbn Hazm, Erdemli İnsanın Yol Haritası’nda gencinden yaşlısına, öğrencisinden öğretmenine kadar herkesin ve her kesimin dikkate alması ve uygulaması gereken öğütlerde bulunuyor. İbn Hazm, Endülüs’te devletin karar merkezinde bir bakanın oğluyken, iç savaşta tüm varlığını ve mevkiini kaybetmiş, yoksulluğa düşmüş, ülkesini terk etmek zorunda kalmış, çok çile çekmiş bir ilim adamıdır. Onun için bu kitaptaki tespitler ve nasihatler, bire bir yaşanmışlıklara, ispatlanmış bilgi ve belgelere dayanıyor: Kendi eksikliklerini başkalarından daha iyi görüp bilene ne mutlu! Senin kusurlarını senin yüzüne vuran kişi, seninle dostluğunu devam ettirmek isteyendir. Şöhret olma arzusu, kesinlikle yersiz ve yararsız bir arzudur. Bunun yerine akıllı kişi, sadece erdemlerini, ibadet ve güzel davranışlarını artırmaya özlem duymalıdır. Çünkü bunu yapan kimse güzel bir adla, mükemmel bir övgüyle, tam bir iyilikle ve saygın özellikleriyle anılmayı hak eder. Dahası bunlar onu Yaradanına yaklaştırır ve Rabbinin katında anılmak gibi eşsiz bir şan ve şöhret kazanmasını sağlar. Böylece de namı ve şanı sonsuza dek sürer gider.
Schimmel, “Dehre sövmeyiniz çünkü ben dehrim!” hadis-i kudsîsinin önemi ve derinliği çerçevesinde, İslam’da zamanın döngüselliğini ve bu dairevî hareketin tasavvufî kavramsallaştırmasını vazıh bir şekilde ortaya koyuyor.
“İnsanların taş üzerine yazdıkları yüzyıllık yazılar, Allah için su üstüne yazılmış yazı gibidir.” Amerika’da doğan, orada İslam’la tanışan ve halen orada yaşayan, çeşitli Amerikan ve Avrupa üniversitelerinde psikolojik danışmanlık dalında akademisyenlik yapan Muhyiddin Şekûr Su Üstüne Yazı Yazmak’ta tasavvufa giriş öyküsünü anlatıyor. Şekûr, bu serüveni tasavvufla karşılamasından başlatıp şeyhinin rehberliğinde eriştiği dervişliğe ve ötesine kadar götürüyor. Şeyhinden aldığı “ders”lerle hayatın her anına dalga dalga yayılan ve hepsi birer hikmete işaret eden, kendisine sunulan lütufları ve bu yolda geçirdiği dönüşümü dile getiriyor. Bölümler arasında ilerledikçe, okur da günlük hayatın içinde insana yapılan ilahi çağrıya tanık oluyor. Lavabonun tıkanması, biriken günahlara karşı bir uyarıdır aslında. Sadece perşembeleri kendisini aramasını söyleyen şeyhine ulaşamadığında yaşadığı hayal kırıklıkları, yazarı Allah’a giden yolda pişiren ateştir. Yolda rastladığı yaralı kuş, şehirde kopması beklenen fırtına ve arabasının bozuluşu hep semadan gelen işaretlerdir görmeyi bilene. Eski bir plakçaların iğnesini ararken aslında kaybettiği inancını aramaktadır. Ve tüm bu olaylarda okur, yazarın samimiyetine, bazen acemiliklerine, tereddütlerine, ama en çok da teslimiyetine şahit olur ve onunla birlikte ruhun ve kalbin bu olağanüstü serüvenine dâhil olur. Su Üstüne Yazı Yazmak, okura karanlıklar içinden bir ışık sunuyor, soluk aldırıyor, umut aşılıyor… Arayış içinde olanlar ve aradığını tasavvufta bulmayı umanlar için kaçırılmayacak bir roman.
İslam irfan tarihinin en mühim şahsiyetlerinden birisi olan Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin, en çok tartışılan eseri Füsusu’l-Hikem (Hikmetlerin Özü)’dir. Peygamberimiz’den aldığı talimat üzerine, “ne bir harf noksan ne de bir harf fazla” olmamak üzere nakledilen bu hikmetlerin her biri, bir Peygamber’in hakikatinden süzülüp gelmiştir. Eserleri ile İslam irfanının zenginliğini ve enginliğini ortaya oymuş olan bu büyük bilgenin, mühim eseri Füsusu’l-Hikem’in yeni bir tercümesini sizlerle paylaşıyoruz. Füsus’un Türkçe okuyup yazanlar açısından sarih, temiz ve duru bir tercümesi olma niyazıyla sunduğumuz bu kitabın Şeyhü’l-Ekber’in irfan dünyasındaki derinliğini aksettirmesi dileğimizdir.
“(Dünyanın) lezzet ve şehvetinden çıkan kerih kokuyu duyar duymaz tıkayıver burnunu. Kurtar kendini ondan ve onun âfatından. Sana taksim olunan elbet ki ulaşacak sana. Bir de bakmışsın ki sen bambaşka bir sen olmuşsun.” İnsan, türlü olumsuzluklarla karşı karşıya kaldığında çoğu zaman ne yapacağını bilemez, bununla birlikte, durup bir düşünme payı da bırakmaz kendine. Hemen fiiliyata geçme isteği, insanda zuhur eden temel davranışlardan biri olur. Oysa yaratılmışların en makbulü olarak dünyaya gelen insan; özüne döndüğünde kendi içinin âlemlerini keşfetmeye, içinde ve dışında görüp tahayyül edemediği bütün âlemlerin Rabbine gönülden hamdetmeye başlar. Burada ise “âlemlerin keşfi” başlamış, gaybın yani insana bilinmeyen katmanların perdeleri kişinin istidadınca açılmaya başlamıştır. İşte, velîlerin velîsi, “Gavsü’l-Âzâm” Abdülkâdir Geylânî, sohbet usulünde vücuda gelmiş en önemli eserlerden biri olan Fütûhu’l-Gayb’da, okuyucuları âdeta, dizinin dibinde muhabbetli sohbetini dinleyen birer derviş misali manevî bir eğitime tâbi tutarak dünyanın süflî meseleleri ile münakaşadan bîzar olup kalbi temizlemeyi ve bu vesile ile Allah’a yaklaşmayı şiir gibi akan cümleleriyle öğretiyor. Fütûhu’l-Gayb, bir tasavvuf klasiği olmasının yanı sıra geleneksel eğitimin metodunu da içeren bir sohbet usulü klasiği özelliğini de taşıyor.
Gerçek anlamda bir şaheser olan Fîhi Mâ Fîh, Hz. Mevlâna’nın çeşitli ortamlardaki konuşma ve sohbetlerinden, ayrıca kendisine sorulan sorulara verdiği cevaplardan oluşan gerçek bir maneviyat ve irfan hazinesidir. İngilizcesi, Almancası ve Fransızcasıyla Batılı düşünürleri, Mesnevî kadar derinden etkileyen Fîhi Mâ Fîh pek çok kişinin İslâm’a ısınmasına ve hidayetine vesile olmuş ve olmaya da devam ediyor. Bu kitap, bizim yeterince bilip takdir edemediğimiz eşsiz klasiklerimizin en başta gelenlerindendir. Önsözde yazılanlara göz atan bir okuyucu, Fîhi Mâ Fîh’i neden kitaplığında bulundurması ve dönüp dönüp okuması gereken ölümsüz bir eser olduğunu görecektir.
Annemarie Schimmel bir gönül köprüsüdür. Doğu ve Batı arasındaki o köprüde, dallarıyla gökyüzünü kucaklayan; Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’den Paul Gerhardt’a, Hermann Hesse’den Muhammed İkbal’e, Süleyman Çelebi’den Muhammed Hamidullah’a, Yahya Kemal’den Kâni Karaca ve daha nicelerine dokunan aşinalığıyla her şeye şahit koca bir çınardır. Şark İslam kültürüne duyduğu muhabbet ve iştiyakla birçok çalışmaya imza atmış, bu minvalde sayısız seminer ve konferans vermiştir. Arapça, Farsça, Urduca, Türkçe ve Fransızcadan tercümeler yapmış, Berlin Üniversitesi’nde İslami araştırmalar sahasında doktorasını tamamlamış, ayrıca uzun yıllar Türkiye’de yaşayarak Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi derslerine girmiştir.
Schimmel’i ayrıcalıklı kılan şey, çok zor şartlar altında yetişmesi ve aslında bir insan için imkânsız denilebilecek zorluklarla mücadele edebilmesidir. Akademik çalışmalarının ve başarılarının yanı sıra “kendini arayan bir yolcu” olarak tanımlayabileceğimiz Annemarie Schimmel, Doğudan Batıya isimli kitabında bu arayışın samimi öyküsünü anlatır.
Doğudan Batıya başından sonuna kadar manevi bir arayış, bitmek tükenmek bilmeyen bir okuma serüveni ve musiki ile geçen dopdolu bir ömrün, hem Şark’a hem Garp’a uzanan kuşatıcı bir bakış açısının birinci ağızdan, bizzat Annemarie Schimmel’in dilinden otobiyografik bir anlatısıdır.
devamını oku
“Tasavvuf, salih amel ve iyi ahlaktır.
Sufi, hiç olandır.”
Tasavvuf çalışmalarında dünya çapındaki en yetkin isimlerden biri olan Profesör Annemarie Schimmel, Tasavvuf Notları‘nda tasavvuf terminolojisi, seyr ü sülûk ve nefis mertebeleri gibi temel konulara kısa bir giriş yapmak isteyenler için tasavvufun gerçekte ne olduğunu ve olmadığını evliya menkıbeleriyle net bir biçimde anlatan bir giriş kitabı sunuyor.
Türkçede ilk kez yayımlanan Tasavvuf Notları, tasavvufî hakikatlerin özünü, bu geleneğin İslam tarihindeki gelişim ve değişim aşamalarını, tarikatlar ile bu tarikatların ortaya çıkıp yayıldığı bölgeleri dâhil ederek net bir şekilde açıklıyor. Halihazırda tasavvufla ilgilenenler için de bilinmeyen detaylardan bahseden ve ufak hatırlatmalar yapan bir el kitabına dönüşüyor.
Avrupa ve Amerikasıyla Batı dünyası hızla Müslümanlaşıyor… Bunda Gazzâlî’nin katkısı çok büyük… Çünkü Batı’da en çok okunan kitapların başında onun eserleri geliyor… Elinizdeki kitap dâhil, Gazzâlî’nin hemen hemen bütün kitapları Batı dillerine çevrilmiş bulunuyor. Ayrıca Gazzâlî, hakkında en çok tez yapılan ve kitap yazılan bir İslâm âlimi unvanını koruyor… İşte bu eserde, böyle güçlü bir âlim ve çok değerli bir sûfînin kaleminden Kur’ân’a nasıl bakılması, nasıl okunması ve nasıl anlaşılması gerektiğini okuyacaksınız… Bu eserle birlikte artık Kur’ân’ı daha bir duyarak, daha bir duygulanarak, daha bir ürpererek okuyacak, okudukça çok daha fazla mânevî haz alacak ve rûhen kanatlandığınızı hissedeceksiniz…
Osmanlı tasavvufunun XV-XIX. asırlar arasındaki en büyük mektebi olan ve kırktan fazla kolu ile bütün Osmanlı coğrafyasına yayılan Halvetiyye’nin ilk merkezi Bakü, Pir-i Sânisi Seyyid Yahya Şirvanî idi. Anadolu’dan akın akın Seyyid Yahya’nın hankâhına gelen hakikat âşıkları, buradan aldıkları ilim ve irfanı, yeni bir Yesevî ruhu ile yıllar boyu Anadolu’ya taşıdılar. Edebî ve tasavvufî kültürümüzün şaheserlerinden Şifaü’l-Esrar’ın yolculuğu böyle başladı.
Aldatmayan saf hakikatten bahseden Şifaü’l-Esrar, ruhumuzu, kalbimizi ve düşüncemizi temizleme, arıtma ve arındırma yollarını gösterir; beşeriyete kurtuluş müjdeleri gönderir. Ruh medeniyetimizin manevî şifreleri onun satırlarında gizlidir. Şifaü’l-Esrar, Kur’an ve Hz. Muhammed’in(sav) nurlu yolunda dosdoğru giderek, İmam Buharî’den İmam Ebu Hanife’ye, Hz. Ali’den Cafer-i Sadık’a, Nizamî Gencevî’den Mevlâna’ya, Ahmed Yesevî’den Yunus Emre’ye, Sühreverdî’den Şems-i Tebrizî’ye uzanan sağlam ve sahih bir medeniyet dünyasını resmeder.
“Aşk perdeyi yırtmak, sırları açmaktır.
Aşk âşığı öldüren derttir, ancak âşık bununla iftihar eder.
Aşk, hastalıktır ve onun devası kendisindedir.
Aşk şaraptır. Mecnunlar onu sevgi kadehi ile içerler de sonra köyler ve şehirler onlara dar gelir.
Aşk muhabbetin en son derecesidir.”
Ünlü bir sûfî bizlere şu müjdeyi verir: “Eğer insanlar, nasıl bir Allah’ın kulu olduklarını bir bilselerdi, sevinçten uçarlardı!”
Elinizdeki eser, işte o bilgiye ermiş, yani “nasıl bir Allah’ın kulu olduklarının” farkına varmış, seçkin insanların Allah’a olan sonsuz muhabbetlerini, onların tarifsiz Allah aşklarını dillendiriyor.
Gerçek Sevgili’nin O olduğunu, O’nun ve Elçisi’nin dışındaki sevgililerin geçici, yanıltıcı ve boş olduğunu, bu kitabın sayfaları arasında gezinirken sizler yakinen göreceksiniz.
Var olan o Allah sevginizi, bu eserde anlatılanlar daha bir perçinleyecek ve daha bir alevlendirecek… Böylece gerçek bir gönül huzuruna ve ruh dinginliğine kavuşacaksınız.
Kitapta sözü edilen ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan o büyük sûfîlerin sözlerinden işte bir örnek:
“Ben Rabbimi sonsuz bir aşkla seviyorum! Eğer benim cehenneme atılmamı emretse, O’na olan sevgimden dolayı cehennemin alevini hissetmem! Beni cennete koymalarını ferman etse, O’nun sevgisinden dolayı oradan da bir haz almam! Çünkü O’nun sevgisi bende her şeye baskın!”
Rukıyye Hanım
Aşk ile An Seyretmek’te, Türk hikâyesinin önemli isimlerinden Melek Paşalı soruyor, Belkıs İbrahimhakkıoğlu, büyük dedesi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ni anlatıyor. Kitapta, sadece aile içinde kalmış anlatılara, kitaplara girmemiş menkıbelere değil, kuşaktan kuşağa geçen bir Hazret sevgisine de şahit olacaksınız.
Büyük ruhaniyetli âlim Hâris el-Muhâsibî, Hasan-ı Basrî hazretlerinin talebesi Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere birçok ünlü sûfînin hocasıdır. Abdülkâdir Geylânî ve İmam Gazzâlî gibi maneviyat üstadlarının da ilham aldıkları seçkin bir mutasavvıftır.
Bütün İslâmî ilimlerde zamanının en bilgili kişisi olarak kabul edilmiş, ayrıca kendisi ilim çevrelerince de âlimlerin ve sûfîlerin kutbu olarak görülmüştür.
İnsan psikolojisini en iyi bilen, nefsin aldatmacalarını ve ruhun hastalıklarını çok iyi teşhis eden ve nasıl tedavi edileceği konusunda son derece yetkin olan Muhâsibî, bu eserinde insanın Allah ile bağını tekrar nasıl kurabileceğinin ve insanın nasıl kendisiyle barışık hâle gelip ruh huzuruna erebileceğinin yolunu gösteriyor.
Allah’a giden en güzel yol, Allah’ın mazhar-ı tammı olan insandan geçer.”
“Ben insanı yarattım ve ona kendi ruhumdan üfledim.” diyorsa Allah, kul ile Rabbi arasında çok yakın, çok sıcak, birebir ilişki vardır, diyor Mahmud Erol Kılıç, Tasavvuf Düşüncesi’nde. İçimizden sadece seçilmişlerin yaşayabileceği bir derûnî tecrübeden bahsetmiyor. Başlangıcı kendini bilmek, nihayeti Rabbini bulmak olan bu dikey yolculuğa yaratılmış her can’ın talip olabileceğini anlatıyor.
Yurt içinde ve yurt dışında sunduğu seminerler ve makalelerden oluşan bu eserde yazar; sosyolojik Müslümanlıktan hakiki kulluğa, felsefe-tasavvuf ilişkisinden gayb problemlerine, insan, kâinat, aşk ve hayata dair geniş bir yelpazede ele aldığı bütün meseleleri, İslâm âriflerinin âyetler, hadisler ve kendi derunî tecrübelerine dayanarak oluşturdukları İslâm tasavvufu penceresinden ele alıyor.
Bu kitap modern zamanların kimlik bunalımından nasibini almış, kendini kendi referanslarıyla tanımlayamayan günümüz Müslümanına özüne yerleştirilmiş olan ilâhî cevheri, kalbinden Rabbine ulaşan yol haritasının merhalelerini ve Dost kokusunu hatırlatıyor. Bilme, akletme melekesinin asıl merkezi olan kalbe işaret ederek yitirdiği kimliğini orada bulacağını müjdeliyor.
Hz. Ali’nin dediği gibi:
“Devası kendindedir insanın…”
Bu eser, Yunus’un
Bizim sevdiğimiz Haktır
Bu halka göz ü kaş gelir
beytinde, Muhyiddin İbn Arabî’nin
Ne geldiyse dilime hepsinde O’nu söyledim O’nu
mısralarında dile getirdiği gibi, hakikatten haberdar olmak isteyenlere hakiki aşk menbaını gösteren Osmanlı şiirinin ontolojisinin temelinde “din” ve “maneviyat” yattığı tezinden yola çıkarak, “şiir” olgusunu, İslam’a özgü metafizik düşünce mekteplerinden biri olan sûfîlik penceresinden yorumlamaktadır. Zira asırlar boyunca toplumun irfanını yükselten tasavvuf sembolizmini anlamadan, Osmanlı şiirini hakkıyla anlamanın imkânı yoktur.
Tasavvuf Anabilim Dalı Profesörü Mahmud Erol Kılıç, Osmanlı’dan günümüze Türk şiirinin poetikası denemesi olan Sufi ve Şiir’de, bir yandan onun evrensel şiir poetikaları arasındaki yerini irdelerken, diğer yandan Ebedî ve Ezelî olanın aşkını terennüm eden bu şiirin musikiye, mimariye, sanata ve bütün bir toplumsal hayatın ahengine tesir eden değerler manzumesini, şiir ve hikmet arasındaki derin bağları son derece akıcı bir üslupla ele alıyor.
“Tasavvufa Giriş”, adı üzerinde bir giriş kitabı. Tasavvuf nedir, nasıl bir ilimdir ve hatta bir ilim midir, bugünün insanına neler söyler, sorularının cevaplarını arayan, bu soruları soranlarla söyleşen bir kitap. İçeriden bakan bir kitap “Tasavvufa Giriş”. Bu yönüyle okuru bekleyen, akademik mesafesi olan, bilimsel bir ölçülülük içinde ilerleyen (ve hadi itiraf edelim) sıkıcı bir kitap değil, aksine sıcak, çarpıcı, kana karışan, kalbe dokunan bir eser.
“Tasavvufa Giriş”, özellikle modern eğitimden geçmiş, kafası haliyle bir parça karışık okur için sürprizlerle, beklenmedik yeniliklerle dolu. Niyazi-i Mısri’den bahsederken, aynı hızla kuantum fiziğine geçebilen, psikiyatriden dem vururken fenâ makamını söz konusu edebilen kıvrak, disiplinlerarası bir çalışma. Bu yönüyle, bütün insani ilimleri, bütün beşeri disiplinleri aynı potada eritmeyi deneyerek tasavvuf mektebinin tevhid ilkesini, üslubuyla da hatırlatan bir kitap.
Tasavvufi bilginin mahiyeti nedir, seyrü süluk nasıldır, mürşid kimdir, ledünni bilgi nedir gibi, tasavvufun ana konularını bir de, hem maddi hem manevi dünyamızın dinamiklerini yorumlamada istisnai bir isim olan Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’tan okuyun.
Aşk, tasavvufun özüdür ve aşkın mekânı kalptir.”
Tasavvufun ele aldığı en önemli kavramlardan olan kalp, nefs ve ruh; günümüz psikoloji ekollerinin en önemlilerinden olan benötesi psikolojinin kurucusu Prof. Dr. Robert Frager’ın kaleminden meraklısıyla buluşuyor. Kalbin arındırılmasını, nefsin terbiye edilmesini ve ruhun tekâmülünü esas alarak bu üç kavramı çeşitli evliya menkıbeleri, hikâyeler, anekdotlar ve ilahiler eşliğinde, birer gelişim haritası sunarak aktaran bu eser, bölüm sonlarında okuruna sunduğu çeşitli gelişim egzersizleri ile de yirmi birinci yüzyılda manevî açlık içinde bulunan ruhlara seslenmeye çalışıyor.
Birçok mürşid-i kâmilin, dervişin ve mutasavvıfın üzerinde en çok durduğu kavram olan “aşk” kapsamında şekillenen Kalp, Nefs ve Ruh: Tasavvuf Psikolojisinde Gelişim, Denge ve Uyum, aşkın neşet ettiği merci olan kalbin katmanlarını, bu katmanların tasavvuftaki seyr ü sülûk ile aşılan nefsin yedi mertebesinde hangi kısımlara tekabül ettiğinin derûnî boyutlarını detaylı bir şekilde ele alarak, günümüzde eksikliği duyulan manevî rehberliği vurguluyor.
Hz. Mevlânâ, yaşadığı dönemde “Bizden sonra Mesnevî şeyhlik edecek ve arayanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir,” der. Bu sözden alınan ilham ile, Mesnevî’nin tarih boyunca birçok tercümesi ve şerhi yapılmıştır. Süleyman Mehmed Nahîfî (v. 1738) inananların el kitabı olan bu eserin, aynı aruz vezninde manzum olarak tamamını tercüme eden ilk kişidir. Bu çalışma da, onun bu tercümesinin Âmil Çelebioğlu tarafından yapılan sadeleştirilmiş metnini ihtiva etmektedir.
“Bin yıllık Türk kültür tarihinin en büyük simalarından biri olan Mevlânâ; büyük bir âlim, derin bir sûfî ve iyi bir şairdir. Anadolu’da halkın en sıkıntılı dönemlerinde Allah’ın lütfu olarak ortaya çıkıp halkın birlik ve beraberliğini sağlamış, kaynaşma ve birleşmesini temin etmiş sorumlu ve duyarlı bir insandır. O, aynanın güneşi aksettirmesi gibi pınarından içtiği sevgiyi bizlere aksettirmiş; muhabbeti, insan sevgisini, affı, merhameti, inanmayı, bağlanmayı, gönlü bu haz ile temizlemeyi kucak kucak sunmuştur. Onun bu olumlu katkıları tüm zamanlara hitap eden Mesnevî’siyle hâlâ devam etmektedir. Hayatın sırlarını barındıran bu büyük Farsça manzum eserin birçok Türkçe tercüme ve şerhi vardır. Bu tercümelerden biri olan 18. yüzyıl şairlerinden Süleyman Nahîfî’nin (1151/1738-39) manzum tercümesini Prof. Dr. Âmil Çelebioğlu bugünkü alfabeye aktararak istifadeye sunmuştur.” Prof.Dr. Nihat Öztoprak