İnancınız için neleri terk edebilirsiniz? Nelerden vazgeçebilir ve neleri ardınızda bırakabilirsiniz? “İnsan, ardında bırakabildikleri, terk edebildikleri kadardır.” derler ya hani… İşte tam da öyle bir hikâye bu. *** Siz şimdi bir romanın içerisinde bir hayatı, küçük bir kız çocuğunun hayallerini, belki de kendini arayışını okuyacaksınız. Bu bir yol hikâyesi, yolculuk hikâyesi dersem yalan olmaz ama yarım olur. Zira bu roman bir arayışın, bir buluşun, hatta bir oluşun hikâyesi. Julia ile başlayan, Sena ile biten bir yolculuğun hikâyesi…
Geniş bir okuyucusu olan tanınmış bir yazarın hayatından önemli sahnelerin de yer aldığı bu kitap; her insana ibret olacak kadar şaşırtıcı, düşündürücü ve duygu yüklü konulardan oluşmaktadır. Bütün olumsuz şartlara rağmen azmin, ümidin ve fedakârlığın sonunda elde edilen başarı, herkese örnek olması niyetiyle kaleme alınmıştır. Yürekleri titreten bu amansız yaşam mücadelesi, çaresizlik içinde çareyi, dert içinde dermanı anlatmaktadır. Bu hayat öyküsünde sabır, azim, umut ve ihanet birbirine karışmıştır. Öyle ki her insana yetecek kadar ibret dersi vardır. Her anı çileyle, dramla ve gözyaşıyla sulanan bu yaşam serüveninde, dayanılmaz çırpınışlar yürekleri burkmakta ve duyguları şaha kaldırmaktadır. En ağır şartlarda bile “nasıl başarıldığını” anlatan bu eser; hayata küsen, başarısızlığı kabullenen ve ümidini yitiren her insana, yeni bir ümit ve şaşmaz bir rehber olacaktır. Dayanabilen yüreklere…
Elinizdeki bu kitap, daha önce Kendini Arayan Kadın adıyla sizlere sunulan eserin devamıdır. Yani büyük bir duygu yoğunluğu ve ibretle okuduğunuz Nilüfer Hanımın öyküsünün ikinci bölümü… Kendini Arayan Kadın okurlardan büyük bir ilgi gördü. Okuyanların yoğun talepleri sonucu da, kitabın ikinci kısmı olan Aradığını Bulan Kadın’ hizmetinize sunduk. Aradığını Bulan Kadın’ın neyi aradığını ve neyi bulduğunu bilmek için, bir duygu sağanağı olan bu kitabı da mutlaka okumalısınız. O zaman göreceksiniz ki, Aradığını Bulan Kadın’ın bu sırlar dolu öyküsünde siz de varsınız, sizin özlemleriniz ve hayalleriniz de var. Büyüsüne kapılacağınız bu gizemli hayatın içinde siz de kendinizi bulacaksınız. Bu kitap, hayatınızın eserlerinden birisi olacak. Eğer kendinizi böylesine heyecan dolu bir hayat destanına hazır hissediyorsanız buyurun.
Bazıları susar ağlarken… Ve bazıları yazarak ağlar… Ve kelimeler bazı vakitler her yaradan daha çok acı verir. “Aşk” gibi… Aşk ki vardır. O vakit yoktur kusuru âşıkların. Zira değil mi ki gönlümüze aşkı koyan da O, her ne duamız varsa duyan da O, bedeni ruhundan bir libas gibi soyan da O… Demem o ki her ne varsa O’ndandır. Aşk da O’ndan… Dert de O’ndan, derman da O’ndan… Lakin bir tek harf olsa, kusur bulursan söylediklerimde işte bir tek o bendendir. Kusurları örten de bir tek O’dur ve O’nun merhameti elbet ki hepimizden çoktur. Ama gönlüm diyor ki “Aşk varsa kusur yoktur” Bakma kusuruma… Aşktandır…
İnandığın gibi mi yaşıyorsun, yoksa yaşadığın gibi mi inanıyorsun? “İnandığın gibi yaşa” diye ömrünü bir kuş kanadına asanlar ve ‘var’ denen nesi varsa hepsini feda edenler var. Şükür ki, onlar var. Zira hayat, neyi feda ettiğinle tarif ediliyor. Seni sırlı bir yola çağırsam gelir misin kâri? Hayali sen olanların, senin için ölenlerin ve belki düşlerinde seni görenlerin yaşadığı bir vakte çağırsam seni, gelir misin? Dervişleri, erenleri, alperenleri görmek ister misin? Ahmed Yesevi’yi anlatsam sana… Karanlıklarda kaybolma diye ışık tutuşunu anlatsam. Dervişleriyle yollara düşürsem seni… Hem sen de dua eder misin kâri? Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi gibi meselâ, onun gibi dua eder misin: “Beni her ne eylersen eyle, lâkin âşık eyle Allahım…” Pîr, hayatlarını aydınlattığı dervişlerini dört bucağa salıp nice coğrafyaları aydınlatmış bir mânâ erinin, Hoca Ahmed Yesevî’nin romanı…
“Bazı şeylerin hayali güzeldir, kendisi değil… Her şey bir hayalle başladı aslında. Önce aşkı hayal ettim. Sonra bir âşık ve hayalime aşk ettim sonra. Sana anlattıklarım bir hurafeye dönüşmüş garip bir mezarın hikâyesi… İnanmak zor belki, lakin inanmamak daha zor. İstanbul; aşkın gönle düştüğü şehir, aşkın hayalle örtüştüğü, ölümle buluştuğu şehir… Her taşında bir aşkın izi var. Aşk var kâri, aşk var. Şükür ki var. Ve ben işte İstanbul’un bu aşklarının efsaneye düşmüş hâlini anlattım sana. Aşk… Ve ölüm… Ve hikâye… Bil ki aşk için gönül lazımdır, gönlü bilmek lazımdır ve bilmek için de ölmek lazımdır. Demem o ki aşk gönlün, ölüm de ömrün zekâtıdır. Ve aşk gönlün; ölüm de ömrün kirini alır da gider. Bu yazdıklarımın hepsi doğrudur demiyorum sana. Doğru ve gerçek olanları da var elbet. Lakin ben yalnızca hayal ediyorum. Zira bazı şeylerin hayali güzeldir, kendisi değil.” Fatih Duman, Dem’de, sizi, Telli Baba’nın gizem ve hüzün dolu öyküsünü okumaya davet ediyor…
Ben yalnızca derdimden anlayacak bir kişi arıyorum, tek bir kişi… Ve işte tam da onun için yazıyorum. Cânım kâri, sen varsın, biliyorum. Çok uzak bir şehirde belki ya da bir defa yüzünü görme ihtimalim hiç olmasa da ve hiç tanımayacak olsak da birbirimizi ben yine de senin var olduğunu ve bir yerlerde hayalime ortak olduğunu, dualarıma ‘âmin’ dercesine yazdıklarımı okuduğunu biliyorum. Zira, bence yazmak da dua etmek gibi… Ve bizim gibilerin kitaplara sevdası şunun için biliyorum, zira kelamın da, kalemin de ve gönlün de sahibi olan, “Oku” diyor hepimize. Biz, “Neyi?” diye bile sormaktan aciziz oysa. Ya da hadi itiraf edelim; gafiliz… Ama mademki O, sözüne “Oku” diye başladı, işte onun içindir sevdamız kitaplara… Ama ben yine de eski bir İstanbul kıraathanesinde, tahta iskemlelere oturup da ince belliden demli çaylarımızı yudumlarken dertleşip de söylemek isterdim sana bunları… Cânım kâri! Sen var ol, ol ki hayalime bir sırdaş olduğuna inanayım.
İnsan derdini anlatmak için onlarca yol bulabilir belki kâri. Kimi söyler, kimi ağlar, kimi kaçar gider ve kimi de yazar. Ama bence en asil olanı susmak. Ben yazmayı söylemekten değil de susmaktan bir cüz olarak görenlerdenim. Yazarak susmak diye bir hâl bu bahsettiğim. Kendine saklamaya gücünün yetmediklerinin ardına saklanmak bir çeşit. Tanımadığın, tanışmadığın biriyle dertleşmek gibi. Hem söylemek hem de söylememek yani. … Bu kez sana değişen, başkalaşan hatta bence kötüleşen ne varsa –elbette kendimce– ondan bahsetmek istedim. Bizim mahallemizden, bizden, bizim gibilerden. Bir mahalle bakkalında leblebi tozunu, eski bir kıraathanede şekerli oraleti, mahalle aralarında top oynayan, ip atlayan çocukları aradım bu kez. “Sen de değiştin be abi!” diyenlere hak vererek biraz değişmesini istemediklerimi, eski ve güzel olanları yazdım.
İnsan derdini anlatmak için onlarca yol bulabilir belki kâri. Kimi söyler, kimi ağlar, kimi kaçar gider ve kimi de yazar. Ama bence en asil olanı susmak. Ben yazmayı söylemekten değil de susmaktan bir cüz olarak görenlerdenim. Yazarak susmak diye bir hâl bu bahsettiğim. Kendine saklamaya gücünün yetmediklerinin ardına saklanmak bir çeşit. Tanımadığın, tanışmadığın biriyle dertleşmek gibi. Hem söylemek hem de söylememek yani. … Bu kez Muhabbet Yazılarına daha içimi yakan hatta bazı vakitler beni sinirlendiren meseleler ile ilgili yazdıklarımla devam edeyim istedim. “O Balonda Babamın Nefesi Var” diyen bir şehit çocuğunun cümlesi dolandı durdu zihnimde. Sanırım hiçbir zaman unutmayacağım ve zihnimden çıkaramayacağım bir cümle bu benim için. İçimi yakanları sana anlatayım istedim. Ama daha önce olduğu gibi bu kez de hayret ettim benim içimi yakan kelimelerin kâğıtları nasıl yakmadığına.
Zafer, inanmaktır kâri. Ve bazıları ölseler de zafer kazanırlar… Bu millet asırlardır bir sancağın altında ve bir bayrağın gölgesinde yaşadı. O gölge var oldukça ve o sancak elde durdukça kardeşlik daim oldu. Çok eski vakitlerde safran sarısı bozkırlarda atlarını güneşin battığı yöne süren atalarımız bizim yaşadığımız bu vakitleri ve bu toprakları hayal ettiler. Hayallerinin uğrunda her şeylerini terk ettiler. Bu bayrak dalgalansın ve Allah’ın ismi gök kubbede yankılansın diye çok acı çekti, çok can verdi ve çok çileye katlandılar. İslam sancağını ellerine alıp, Allah’ın adaletini dünyaya yaymak için zalimin karşısına dikildiler. … Şimdi bu sayfaları araladığında seni asırlar öncesine götüreceğim ve bu diyarlarda nasıl geldiğimizi fısıldayacağım kulağına… Orta Asya bozkırlarından çıkıp İstanbul önlerine kadar at koşturan ecdadın içini yakan fetih ateşini ve “Kızılelma” mefkûresini anlatacağım. Sesleri duyuyor musun? Şöyle diyorlar: “Davamız nizam-ı âlem, menzilimiz Kızılelma ve maksadımız i’la-yı kelimetullah’tır…”
“Bazıları vardır ki yaşarken ölüdürler ve bazıları da ölüyken diri. Gönlü ölü olanın bedeni diri olsa da ölüdür. Gönlünün sırrını bilen ölse dahi diri… Ölmek dedikleri o sebeple hep aynı değildir işte. Bu âlemi ölü gibi yaşayanlar öte âlemde diri gibi dolaşırlar” dedi Yahya Efendi. Gözlerini kısarak Beşiktaş sırtlarından deryaya bakıyordu. Ölüm bedeni öldürüyor lakin gönlüne dokunmuyordu insanın. … Eskiler İstanbul’un dört manevi muhafızı var diye inanırlarmış. İşte Yahya Efendi o dört manevi muhafızdan biri… Ölse de vazifesi bitmeyen bir gönül eri… Cihan Sultanı Kanuni Sultan Süleyman’ın sütkardeşi İstanbul’un sahipleri toprağın üstünde yaşayanlar değil, altında yaşayanlardır. “Ölümsüz bir aşk mı istiyorsun o vakit ölümsüz olan bir sevgiliye âşık ol” diyor eskiler işte ben de öyle bir âşıktan bahis açıyorum bu kez. Bu dünyadan göçüp giden ama ölmeyen birinden… Yahya Efendi’den… Zira Yunus’un da dediği gibi “Âşıklar ölmez…” … Ölenler yok mu oluyorlar sanıyorsun kâri? Ya ölmeyen ölüler de varsa?
Cânım kâri, görmek bir şeye hudut koymaktır belki. Ya görmeden yaşayanlar, bizim anladığımız gibi dünyayı anlamayanlar? Hem görmek için illa göz mü gerekir ki? Bence hayır. Bazıları bakmasa da görür, gözleri görmese de bilirler… … Hayal mi gerçek; gerçek mi hayal kestiremediğim zamanlarım oluyor benim de. Ve bazı şeylerin hayali güzel kendisi değil, biliyorum. Bu kez kendi hayal ettiğim birinin hayalleriyle kuruyorum cümlelerimi ben. Kitabı okuyup da bitirdiğinde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksın. Ama şimdiden söyleyeyim ki hayal gerçek gibi değil, sınırı, saati, yeri ve hududu yok. Belki de bunun için güzel ve hayali olmayanlar bunun için eksik belki de… … Bu hikâyeyi uzun zamandır taşıdım gönlümde. Zaman geçtikçe unuturum sandım ama unutmadım. Her defasında yeniden ve yeniden hatırladım. İçimizde her vakit var olan birinin dilinden, kibrin dilinden bir derdi anlatmak için düşürdüm gönlümü bu satırlara. Kibrim galip gelmesin diye kendimi onunla anlattım. Hayal ettim ve hayalime inandım. Hem yaşadığımız her şey bir rüya ise ve biz ismine “hayat” diyorsak?
Ayasofya, İstanbul’un tapusudur kâri. Neden çekineyim ki! Hatta bu topraklarda “inandım” diyerek yaşayan her kim varsa hepsinin namusudur. Ayasofya hayali gönülden giderse yahut bir daha secdeye eğilmezse başlar, orada hayal, dava, gaye tükenmiştir. Ki şimdi tam da öyledir işte. Kendi vatanında, kendi şehrinde ve kendi mabedinde başını secdeye eğemiyorsan söz de tükenmiştir. Hem biliyorum sen de ben gibi hissedersin kâri. Lakin sormak icap eder şimdi; bir benim mi ağrıma gidiyor ecdadın başlarını secdeye koyup da ibadet ettikleri yerlere ayakkabılarla basıyor olmak? Bence hayır, senin de benim de ve biz gibi pek çoğunun da ağırına gidiyor biliyorum. İşte belki de bunun için Ayasofya’yı açmak ölümden uyanmak gibi, Ayasofya’yı açmak yeniden doğmak gibi… Bu okuyacağın, Ayasofya’da alnını secdeye koymadan ruhunu teslim etmekten korkan birinin duasıdır. Belki de bu duaya ‘’âmin’’ denilsin diye yazılmıştır bu kitap.
Her çocuğun özünde, o çocuğun nasıl bir yetişkin olacağının şifrelerini barındıran ‘çocukluk sırrı’ vardır. Bu sır, çocuğun içinde ‘buyurucu bir iç kılavuz’ olarak, mütevazı bir sabırla, adım adım o çocuğun kişilik ve karakterini oluşturma mücadelesi verir. Yetişkinler ise, çocuğun özünde gerçekleşen bu ince yapılanmayı hesaba katmadan, kendilerince bir zoraki kişilik oluşturma gayreti içine girdikleri için, çocuk eğitiminde sorunlar yaşanıyor. Bu kitapta, çocuğun benliğini zarara uğratmadan, kişilik ve karakterini bozmadan, onlara nasıl rehberlik yapılacağını bulacaksınız… Başka bir deyişle, bu kitapta, Mevlana’ların, Hacı Bektaş’ların, Yunus’ların, Fatih’lerin nasıl yetiştiğinin sırlarını barındıran Anadolu Pedagojisi’ni bulacaksınız…
Dayanabilen yüreklere…. Her gün okuyucularımdan onlarca mektup ve mesaj alıyorum. Bu da onlardan birisiydi. Ama öylesine ibretli, öylesine yakıcıydı ki, ilk okuyuşta, kelimenin tam anlamıyla şaşırıp, kalmıştım. Hiç düşünmeden “bu mutlaka kitap olmalı” diye geçirdim içinden… Yazıyı gönderen okuyucumla görüşüp, hayat hikâyesini dinleyince de; şaşkınlığım büsbütün artmıştı. “Allah’ım ! Olamaz böyle bir şey” diye inledim, hayretler içinde kalarak…. İşte insanın kanını donduran, aklını uçuran ve herkese müthiş bir hayat dersi sunan bu yaşananlar, kitap haline geldi. Gençlerden yaşlılara, evlilerden bekârlara, patronlardan işçilere her kesim, bu kitabı mutlaka okumalıdır. Çünkü hepsine de yetecek hayatın gerçekleri ve ibretli örnekleri vardır. Dayanabilen yürükler, buyurun…
Bu eser, hem bir baba, hem de bir eğitimci olarak, yirmi yıllık bir tecrübenin ürünü. Dünyanın küçüldüğü, bilimin, teknolojinin hızla arttığı, çocukları etkileyen olumsuz unsurların çoğaldığı günümüzde; çocuk yetiştirmek ve eğitmek, hem zor,hem de daha önemli hâle geldi. İşte bu kitabın temel hedefi; son derece yetersiz ve eksik bilgilerle yapılan çocuk eğitiminde yeni bir sistem sunmak. Bu kitap, ilkokul öğretmenliğinden üniversite öğretim üyeliğine kadar, eğitim ve öğretim hizmetlerinin içinde bulunmuş bir eğitimcinin tecrübeleri…. Kitaptaki kurallar, gerek anne ve babalara, gerekse öğretmenlere bir rehber vazifesi görecek.
Halit Ertuğrul, her gün sayısız mektuplar alan bir yazar. Bu mektuplarda müthiş olaylar, çeşitli anılar ve dönüş hikayeleri yer alıyor. Mektuplar; başı boş, perişan, bitkin ve günahlara bulanmış hayatların nasıl kurtulup, imanla buluştuğunu, yüreklerin nasıl huzurla dolduğunu ve gözlerin nasıl yaşlar döktüğünü dile getirmektedir. Elinizdeki AYSEL isimli kitap da, böyle bir mektuptan oluşuyor. Öksüz ve yetim kalmış, yetiştirme yurdunda büyümüş, insafsız insanların ve art niyetli kişilerin elinde gençliğini harap etmiş bir genç kızın, akılları durduran hayat mücadelesi ve sonunda amansız kanser hastalığı… İntihar edip, kurtulmayı isterken, gönlüne doğan, içini aydınlatan iman ışığıyla müthiş bir dönüş, ibretli bir son. İnsan ilişkilerini, gençlik problemlerini, toplumsal yozlaşmayı sorgulayan bu kitap, intihar etmek üzere olan bir kızın kurtuluşunu anlatmaktadır.
“Bediüzzaman kadar yanlış anlaşılmış bir insana tarihte çok az rastlanır. Onun hakkında kalem oynatmak mayınlı araziye girmek gibiydi. Türkiye’mizin tarihinde ‘Psikolojik Savaş’ın kurbanı olan bu değere sahip çıkmazsak tarih bizi ayıplar diye düşündüm. Balık okyanusta doğar, büyür, yaşar ve ölür; fakat okyanusu bilemez. Bunun gibi, hakikatin kölesi olmuş hür adam Bediüzzaman’ı bilememişiz. Sahici bir insan, şefkatli bir üstad, yoksul ama kanaat zengini bir hoca, müthiş bir bellek, keskin bir zekâ, şaşırtıcı bir muhakeme gücü ile karşı karşıyaydım. Bu bilgileri okuyup kendime saklayamazdım çünkü kendimi borçlu ve sorumlu hissediyordum. Gerçekleri arayanlara vasıta ve vesile olmam gerekir, diye düşündüm.” Prof. Dr. Nevzat Tarhan Çağın vicdanı Bediüzzaman, doğup büyüdüğü topraklar, İslâm dünyası ve bütünüyle dünya büyük acılar yüklü zorlu bir sınanmadan geçerken, maddî-manevî her türlü savrulma ve bunalımın yaşandığı bir dönemde, bunca kargaşa ve gürültüye rağmen vicdanının sesine kulak vererek çağın ‘vicdanî normlarını’ belirlemiştir. Onun akıl ile kalbi buluşturan düşünce sistemi ve akıldan kalbe yolculuğu içeren yaşama modeli ise, bu vicdanî değerleri herkes için yaşanabilir hale getiren bir yol haritası niteliğindedir. Çağın Vicdanı Bediüzzaman, ‘çağın vicdanı’ olabilmiş bir düşünürü, hayatı ve tefekkürüyle gündeme taşıyor. Bu çağda kelimenin tam anlamıyla ‘insan’ olmak ve ‘insan’ kalmak isteyenler için, elinizdeki kitap çok şey söylüyor…
Utangaçlık, sıkılganlık, çekingenlik her gencin az yada çok karşılaştığı sorunlardan biridir. Kiminde az kiminde çok… Bu kitap, çevresi ile kolay iletişim kuramayan, rahatsız olan, çekinen ve sıkılan gençlere yönelik özel olarak hazırlandı. Kitap bir yandan sosyal fobisi olan Emre’nin başından geçen olayları anlatırken, diğer yandan da utangaç ve çekingen yapılı gençlere bilinçlice yaşama ve sorunlarını tanıma fırsatı vermektedir.
Ruhumun yine sıkılıp bunaldığı bir anda, şehrin en ünlü kitapçısına gitmiştim. Hiçbir açıklama yapmadan, Kitap istiyorum diye daldım içeriye.. Usta bir psikolog tavrıyla, orta yaşlı bir bayan dikildi karşıma.. Bir kitap tavsiye edeceğim size, dedi. Bu kitabı okuyunca, yazarın diğer kitaplarını da bir an önce okumak isteyeceksiniz. Kitabı, klasik bir deyimle bi soluk’ta bitirdim. Nerede mi? Oracıkta.. Hem de iki saat içinde.. Yaşanmış, ibretli ve sırlarla dolu hayat öykülerinin satır aralarında kendimi bulmuştum. Acaba, dedim. Ben de ibretli hayat hikayemi anlatsam, benim öyküm de yolunu kaybetmiş, ümidini yitirmiş genç kuşağa bir kılavuz olamaz mı? Bunun için, umutsuz dünyanın Son Umut’unu sizinle yaplaşmak istedim. Oradaki olayların ve sahnelerin, hayatınıza ışık olması niyetiyle..
Öksüz ve yetim büyüdüğüm bu hayat yolunda, bütün manevi değerlerimi yitirmiştim. Darmadağın olmuş zihnimle Allah’ı unutmuş, ateizmle yatıyor, deizmle kalkıyordum. Öyle ki hiç durmadan varlığımı sorgulamaktaydım: “Ben kimim?” “Nereden geldim? Nereye gidiyorum?” “Bu hayatın anlamı ne?” “Gerçekten bu âlemin bir yaratıcısı var mı?” Artık şüpheler ve çelişkiler rüzgârının önünde kurumuş bir yaprak gibi savruluyordum. Tam pes ettiğim anda karşıma çıkmıştı, o esrarengiz adam… Sanki efsunlu bir kalem, gözyaşıyla yoğrulmuş hayat hikâyemi yeniden yazmaya başlamıştı. *** Bu kitap, deizm ve ateizm yolunda inancını yitiren bir gencin, yürek burkan yaşanmış hikâyesidir
Evliliğe hazır mıyım?
• Niçin evlenmeliyim?
• Flörtsüz evlilik olur mu?
• Aşk olmadan evlilik yürür mü?
• Eşimi tanımak için ne yapmalıyım?
• Eşimin ailesine nasıl davranmalıyım?
• Eşim beni aldatır mı?
• Anne-babalık öğrenilir mi?
Bir şehrin sahipleri o şehrin toprağının üzerinde yaşayan, gezen, adım atanlar değildir. O şehre gönül verip o toprağın altında ölseler bile hâlen dahi diri bir gönülle yatanlardır bence. Bu kez de Şemseddin Sivasî için gecelerimi günüme ilikledim ben. Aylarca onu okudum, onu dinledim, onu düşünerek uyudum, onunla ilgili cümlelerle uyandım hep. Bir şehri sevmek ne demektir ve bir şehre gönül vermek ne demektir ondan öğrendim. … Yine gönlüm derde düştü kâri, bir sır var içimde bilmem ki nerede düştü? Beraber arayalım ister misin? Aynı derde düşelim, aynı sırrı bölüşelim ve geçelim bu zamanın onca derdinden de bir eski vakitte Sivas’ta buluşup Şemseddin Sivasî dergâhına göçelim. … Bu kez seni gözleri görmeyen bir adamın dilsiz, lâl bir kâtibe yazdırdıklarıyla çağırıyorum hayallerime. Gönüller almak için yollara düşmüş birini onlar anlatıyor bize. Peki nasıl olacak da anlatacaklar? Birinin gözleri âmâ, görmüyor; diğerinin dili lâl, konuşamıyor…
Her anne baba, çocuklarının belirli yaş aralıklarında yaşadığı korkuların şahididir. Aslında, basit yöntemlerle atlatılabilecek olan bu geçici dönem, bazen, anne babaların eksik/yanlış tutumları sonucu, çocukların bütün bir hayatına yayılabilecek izler bırakabilmektedir. Bu kitap, birtakım korkular yaşayan 5 yaş ve üzeri çocuklar için özel olarak hazırlandı. Kitap, beş güne yayılmış farklı hikâyelerden oluşmaktadır. Çocuklar bir yandan hikâye kahramanının yaşadığı serüveni heyecanla takip ederken, diğer yandan da farkında olmadan bilinçaltına yerleşmiş korkularını yenmektedirler. Korkularla baş edebilmek sadece çocuğun üstesinden gelebileceği bir sorun değildir. Özellikle anne babaların da bu konuda titiz davranması gerekir. Bu düşünceyle, hikâyelerin içerisinde, anne babaların, korkular yaşayan çocuklarına nasıl davranmaları gerektiği konusunda ipuçları da verilmektedir.
İnsan derdini anlatmak için onlarca yol bulabilir belki kâri. Kimi söyler, kimi ağlar, kimi kaçar gider ve kimi de yazar. Ama bence en asil olanı susmak. Ben yazmayı söylemekten değil de susmaktan bir cüz olarak görenlerdenim. Yazarak susmak diye bir hâl bu bahsettiğim. Kendine saklamaya gücünün yetmediklerinin ardına saklanmak bir çeşit. Tanımadığın, tanışmadığın biriyle dertleşmek gibi. Hem söylemek hem de söylememek yani. Şimdi de bir muhabbet halkası kuruyorum kendi içimde. İsmine “muhabbet yazıları” diyorum bunun. Sen sever misin adını bilmem ama ben sevdim. Her derdime bir sır verip üç ayrı kitap olsun istedim. Sözleşmiş gibi bir kıraathanede çaylarımızı yudumlarken dertleştiğimizi, muhabbet ettiğimizi hayal ettim. Söyleyince dinleyen bulunmuyordu yazınca olur diye düşündüm. Canım kâri, say ki bir dostun içini dökmesidir bu. Dua eder gibi sessiz feryat etmesidir. Önce kendinde gördüğü kusurları bir bir aşikâr etmesidir. Gönlünde taşıdıkları her dağıldığında “Topla Allah’ım” diye dua etmesidir.
Hiçbir kural tanımayan, sıradışı bir gencin nefes kesen öyküsü. Hayalden, kurgudan uzak, tamamen yaşanmış gerçek bir hayat hikayesi. Manevi hiçbir inancı ve kuralı kabul etmeden yaşarken, öğretmeninin sevgi ve şefkat dolu ilgisiyle dönüş yapan Düzceli Mehmet, bambaşka bir insan olur. Geçirdiği bir trafik kazasından sonra hayatı büsbütün değişen Düzceli Mehmet’in ibret dolu hikayesi, birbirinden ilginç olaylarla devam eder. Düzceli Mehmet, defalarca okuyacağınız enfes bir kitap.
Bir ses var insanın içinde… Hiç susmayan, hep konuşan… Şimdi sus ve kendini dinle kâri. Dinle ki hâlâ sesler geliyor içinden. Sussan da susamıyorsun. Durduramıyorsun içinden gelen bu sesi. İsmine “nefs” diyorlar. Diler misin bu kez biz konuşalım o içimizdeki nefsle? Aşk diyarına Hüdâyî kapısından girip nefs ile cenk edelim ister misin? Şimdi nefsinle konuşacağın bir hikâye anlatacağım sana kâri. Nefsinin konuşacağı bir hikâye… Sen de ki “hayal,” ben diyeyim ki “muhal, imkânsız.” Lakin şunu bil; ben inandım ki içimize bunları düşüren dahi nefsimizdir. Bizi durduran ve kandıran da nefsimizdir. Ve hatta şu anda içinde bir ses varsa ve “Okuma bu kitabı, bırak” diyorsa sana, inan ki o da nefsinin sesidir. Hem her kitap bir kişi için yazılır kâri. Belki de bu kitap yalnızca senin için yazılmıştır…
Baldan tatlı’ olduğu söylense de, herkese ancak acı tattıran bir duygudur öfke. Onun yaydığı acı sonuçlardan ne öfkeli kişinin iç dünyası uzak kalır, ne de onun öfkelendiği kişiler. Kişi için, aile için, toplum için öfkenin sonuçları, hep olumsuzdur.
Durum bu olduğu halde, öfke, hayatın bir gerçeği… Sonuçları ne olursa olsun, insanlar öfkeleniyor; ve hatta bütünüyle bir hayat, o andan itibaren öfkenin güdümüne giriyor.
Peki, öfkeli olmak veya öfkeli kalmak, bir alınyazı mıdır insan için? Öfke tarafından yönetilmemek mümkün müdür? Dahası, öfke denilen bu sert ve güçlü duyguyu yönetmenin yolu ve imkânı var mıdır?
Elinizdeki kitap öfkenizi tüm yönleriyle tanıyabilmeniz, altında yatan nedenlerin keşfini yapabilmeniz ve bu nedenlerden yola çıkarak öfkenizi kontrol altına alabilmeniz için hazırlandı.
Örnek vakalardan ve profesyonel öfke kontrolü eğitimlerinden esinlenerek hazırlanan bu kitabı okuduğunuzda, öfkenin olumsuz sonuçlarından ve sizi tırmalayan yanlarından uzaklaşabilmenin hafifliğini ve huzurunu yaşayacaksınız…
Kimi “Kızıl Sultan” dedi, kimi “Ulu Hakan”; Sultan II. Abdülhamid, “ifrat” ile “tefrit” arasında kaldı.
Hâlbuki o, bütün tanımlamaların ve yakıştırmaların dışında, sadece devletini korumaya çalışan, bunu yaparken de sürekli ihanetlerle, suikastlarla karşılaşan, buna rağmen çok zor bir dönemde en zor görevi 33 yıl fasılasız sürdüren “Son İmparator”dur!
Temelde kendisi gibi inanan insanların bile hışmına uğramış, o “devlet” derken “hürriyet” diyenler tarafından hırpalanmıştır. Derme-çatma “Hareket Ordusu”nun İstanbul’u kuşatması karşısında “Kardeş kanı dökülmesin” diye tahttan çekilmeyi kabul etmesi bile tam manasıyla anlaşılamamış. Bir taraf “korktu-bıktı-kaçtı” derken, diğer taraf “kişisel fedakârlık yaptı” demiştir.
Biz ise muhaliflerinin ve taraftarlarının öne sürdükleri gerekçelerle ona/zamana bakıp hiçbir hüküm vermeden onu ve zamanını okumaya/anlamaya çalıştık. Günümüzü kavramak için bu bir zarurettir.
Arşla arz buluştu.
Tüm esma yansıdı.
Varlık titredi. Hira titredi.
Resûl evine koştu.
Arş kalpli kadın kapıdaydı. Şefkat dolu kalbe seslendi:
“Örtün beni!
Örtün beni!”
Vahyin ağırlığını örtü teskin ederdi. Bildi mübarek annemiz, örtünün muhkem gücünü. O bilinçle örttü kendisini ve eşini.
Örtülere bürünmüş Resûl ve örtülere sarınmış annemiz anladı: Arş’ın dili olan vahyin ağırlığını ancak örtü taşıyabilirdi. Sır, örtü ile açıldı; örtü açılınca sır kapandı. Kalp ağacının Arş’ta dal budak vermesi için beden çekirdeğini örtü toprağında sarıp sarmalamak gerekirdi.
Vahyin ilk yansıması örtüye bürünmek oldu. Resûl’ün ilk hitabı da kadına: “Örtün!”
Örtüde 70 Esma, sizi Asr-ı Saadet’e götürecek, annelerimizin örtüsüyle tanıştıracak, örtüdeki derin manaları ve İlahi sırları keşif yolculuğuna çıkaracak.
gizle
Kendini Arayan Adam, Düzceli Mehmet, Aysel, Halit Ertuğrul’un en çok okunan flaş eserleri. Şimdi bunlara elinizde tuttuğunuz eser ekleniyor: Kendini Arayan Kadın. Tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, bu kitapta da, kendinizi bulacak, yeni bir heyecan duyacak, dünyaya daha farklı bakacaksınız. Nilüfer’in hayatı, düştüğü yanlışlıklar, kendini bulma mücadelesi, yaşadığı sarsıntılar, kendine uzatılacak bir el araması hepimizi üzecek ve düşündürecek. Kitabı okuyunca, çevrenizdeki Nilüfer’leri farkedecek ve onun gibilere ulaşmanın vazifelerimizden biri olduğunu hissedeceksiniz.
Bu kitapta, insanı hayrete düşüren, ibret dolu, yaşanmış bir “namaz serüveni” anlatılmaktadır.
“Ezanla Diriliş”, mafya liderlerini ele verdiği için ülkesinden kaçarak Türkiye’de bir otele sığınan bir Alman kadının gerçek öyküsüdür.
Öldürülme korkusuyla bunalıma girdiği bir anda, “ezanın gizemli büyüsü”ne kapılarak hayatının nasıl değiştiğini anlatmaktadır.
Korkunun, dehşetin ve ümidin kol kola nefesleri kestiği bu kitapta, “ezanla diriliş”e, “namazla şahlanış”a şahit olacaksınız.
Kitap bittiğinde çok şeylerin değiştiğini göreceksiniz.
Dayanabilen yüreklere..