İnsan yaşamının ilk dönemi olan çocukluğun, bütün dönemlerinin en keyiflisi, en tatlısı olduğu yanlış mıdır? Çocuklar sevilir, öpülür, kucaklanır, okşanır, bir düşman bile onları sevip pışpışlamadan duramaz. Hiç düşündünüz mü neden? Çünkü daha doğar doğmaz doğa, onları bir çeşit deliliğe bulamış, bu tatlı sarhoşluğun havasıyla sarmalamıştır; bu hava, çocukların etrafındakileri büyüler, çabalarının karşılığını verir ve bu küçük yaratıkların gerek duydukları iyilikseverliği ve koruyuculuğu almalarını sağlar.
“Varlık mertebeleri doktrinini anlamak için öncesinde herhangi bir şeyi mütalaa etmeden her şeyin en asli mefhumuna, yani külli İmkân ile ilişkisinde tasavvur edilen metafiziksel Sonsuzluk mefhumuna dönmek lazımdır. Onu tanımlayan terimin etimolojisine göre Sonsuz, hiçbir sınırı olmayan demektir.” Bu eser, çağımızın en büyük metafizikçilerinden biri olan René Guénon’un, metafiziğin en saf ve temel bahislerine dair kaleme aldığı üçlemesinin sonuncusudur. Diğer ikisi, sırasıyla Vedanta’ya Göre İnsan ve Hâlleri ve Haç Sembolizmi isimli eserlerdir. Guénon bu eserinde, diğer iki kitabında Hint Geleneği ve Hristiyanlık üzerinden anlattığı metafizik bahisleri, hiçbir Gelenek’i kalkış noktası almayarak evrensel bir dille sunmaktadır. Bu üç eser, metafiziğe dair en temel hakikatlerden bahsettiği için Guénon külliyatında ayrı bir öneme sahiptir. Guénon bu eserinde metafiziksel düzeni ve bu düzenin ilahi hiyerarşilerinin çoklu tezahürlerini sunarak Büyük Varlık Zinciri’nin halkalarını ustalıkla izah eder. Varlık ve Varlık’ın ötesinde olana yönelik saf marifete (jnana) ulaşmanın Kurtuluş Yolu olduğunu gösterir. Böylelikle modern dünya eleştirmeni, sembolizm üstadı, karşılaştırmalı dinler uzmanı, kadim sırlar araştırmacısı, manevi yenilenmenin davetçisi Guénon gider, geriye yalnızca Hakikat kalır.
W. Chittick, burada çevirilerini sunduğumuz makalelerinde İslam’ı (ve tasavvufu) içeriden gözlemleyen ve onu olduğu gibi anlatmaya çalışan bir Batılı kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Açıkça görüleceği üzere, Chittick, ele aldığı ve tartıştığı konuları felsefi, teolojik ve tasavvufi bağlamlarına oturtmakta çok büyük bir başarı sergilemektedir. Yine, anlaşılması son derece zor olan tasavvufi konuları açık ve sade bir dil ile anlatması hem tasavvufi öğretilere vukufu, hem de bu konularda gösterdiği titizlik açısından, takdire şayan bir husustur. Bu bakımdan onun çalışmalarının, genel olarak tasavvuf ve özel olarak vahdet-i vücud konusunda Batı’da ve İslam dünyasında karşılaştığımız yanlış anlamaların giderilmesinde önemli bir katkısı olacağı kanaatindeyiz.
“Biz en fazla mesaimizi (Hz.) Muhammed’in peygamber olmadığını ispat üzerine yoğunlaştırdık. Zira o peygamber değilse Kur’an da vahiy olmayacaktı.” -Norman Daniel “Müslümanların Kitabı ve (Hz.) Muhammed’in peygamberlik tecrübesi o kadar iç içedir ki, biri olmaksızın diğeri asla anlaşılamaz.” -Alfred Welch “Dünyadaki büyük insanlardan hiç biri Muhammed kadar iftiraya uğramamıştır.” -W.M.Watt Batı’da Hz. Peygamber imajına dair çok sayıda literatür üretilmiştir. İslâm’ın doğuşu dönemindeki Kilise babaları, Latin kronikçileri, Ortaçağ, Reformasyon, Aydınlanma ve oryantalistik dönem ile günümüzdeki Batılı İslâm karşıtı yazarların çoğu, ilgili eserlerindeki şüphe, iddia ve iftiralarında daha ziyade Hz. Peygamber’i hedef almışlardır. Zira Hz. Peygamber’e yönelik şüphe, aynı zamanda O’nun peygamberliğine, getirdiği vahye ve bir bütün olarak İslâm’a yönelecektir. Bu durum, Hz. Peygamber’in İslâm’daki merkezî rolünün, Kur’an ve Hz. Peygamber’in peygamberliğinin “iç içe” geçmişliğinin, “en güzel örnek (üsve-i hasene)” olarak O’nun Müslümanlar için öneminin Batı’da aslında iyi kavrandığını gösterir. Bu çalışma, İslâm’ın doğuşundan itibaren Batı’da Hz. Peygamber’e dair imge, imaj, iddia-iftira ve tipolojiler ile bunların sebeplerini ve kaynaklarını asırlara göre bir bütün olarak ele almakta, İslâm ve Hz. Peygamber karşıtlığında tarihin aslında modern versiyonlarıyla tekerrür etti(rildi)ğinin altını çizmekte, genelde negatif olan bu imajın izâlesi konusunda yapılabileceklere dair Müslümanlara bazı perspektifler sunmaktadır.
Mâhiyetlerin müşahhas belirişten önceki teayyünleri onların “önsel teayyünleri” olup, esmâî hakikatlerin sûretleri olarak, akdes bir feyezanla gerçekleşmişlerdir. İkinci bulunuşları ise tekil nesneler içerisinde müşahhas teayyünleridir. Bu teayyün, ilm-i ilahîdeki sâbit sûretlerine göre gerçekleşen mukaddes bir feyezan ile şeriat lisanında Mikaîl olarak bildirilen melek aracılığıyla nesnelere indirilir. Bir de mâhiyetler buradan, mâhevî sûretleri insan zihnine bahşeden melek aracılığıyla, insanın idrak çabası şartıyla insanın zihninde teayyün ederler. Buradaki aracı olan melek, Cebraîl olarak ifade edilmiştir. Bütün bu “önsel, nesnel ve zihinsel teayyünler” , Allah’ın “Musavvir” ve benzeri isimlerinin bir sûreti, bir gereği ve bir tezâhürü olarak gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Mâhiyetilerle alakalı aklî çaba ve mahiyet felsefesi, ilahî varlığı, ilahî sıfatları ve özellikle de ilm-i ilahîyi izaha kendini adamış, İslâmî naslara yönelik hassasiyeti ve özgünlüğü yüksek mükemmel bir felsefedir.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Osmanlının son döneminde yaşamış en önemli isimler arasındadır. Bir ilim ve fikir adamı oluşunun yanı sıra siyasi hayata da atılmış; bu minvalde mebusluk, Darü’l-Hikmeti İslamiye üyeliği, şeyhülislamlık, sadrazam vekilliği gibi görevlerde bulunmuştur. Osmanlının sonunu gören bu ünlü isim, yeni Türk devletinin, yurdundan uzak yaşamaya mahkum ettiği isimler arasında yer almaktadır. Nitekim, Mustafa Sabri Efendi, hilafetin sona erişini yurtdışında gözlemiştir. Ona göre, Osmanlı devletinin yıkılışından daha feci olanı, hilafetin yıkımıdır. İslam toplumunu birbirine bağlayan bu çok önemli halkanın kopması, tek bir ümmetin milli-devlet adacıklarına dönüşmesi demektir aynı zamanda. Elinizdeki kitap, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin bu öngörü içinde yaptığı hilafet savunmasını sergiliyor. Kimi zaman sert, kimi zaman hüzünlü bir üsluba bürünen bu savunma, ayrıca “resmi yakın tarih”e dair ciddi sorular da getiriyor.
Ehl-i Beyt mensupları vahyin ışığında hareket ediyor, onun pınarından besleniyorlardı. Bu özelliklerini, göz kamaştırıcı bir hikmet, yüksek ve hayranlık uyandırıcı bir edeb ve görkemli bir ahlakî pratik olarak insanlara yansıtıyorlardı. Kişilikleriyle temsil ettikleri bu sistemin berraklığıyla nefsi aydınlatıyor, bütünüyle iyilik içerikli kavramlarıyla yol gösteriyor, insanları yapıcı ve yaratılışın amacına uygun bir yöne iletiyorlardı. Bu kitap, Kur’an’dan, Allah Resulü (s.a.v)’in hadislerinden ve Ehl-i Beyt imamlarının hikmetli sözlerinden hareketle, Allah’ın razı olduğu bir insan olmanın yollarını gösteriyor. Kitap, ahlak ilminin tamamını kapsamıyor. Sadece ahlâk ilminin en önemli ve insan hayatı üzerinde en etkili konularını içeriyor. Açık ve anlaşılır bir üslûpla konuyu işliyor. Okurun yararlanmasını, kapalı ve gösterişli ifadeler içinde kaybolmamasını; asıl mesajın, ifade tarzına kurban edilmemesini amaçlıyor. İyi ahlakın güzelliklerini ve kötü ahlakın çirkinliklerini vurguluyor, bunların insan ve toplum hayatı üzerindeki maddî ve psikolojik etkilerini açıklıyor.
Her kuşak çocukluğunun renklerini kendi çocuklarına armağan olarak saklamayı düşünür. Her kuşak dünü bugüne, bugünü yarına taşıyacak toplumsal çerçevenin kavi olmasını talep eder. Barbarosoğlu ve Şişman, neoliberal politikaların inşa ettiği yeni ebeveyn kültürünü, anne baba olmanın tarihî tecrübesi üzerinden değerlendirerek günümüzde çocuk yetiştirmenin neden giderek zorlaştığını hem genç anne babaların hem de eski kuşakların anlaması için bir izlek ortaya koyuyor. Adı Konmamış Çağda Yeni Anne Babalar, çağdaş çocuk yetiştirme süreçlerine ve ebeveynlerin karşı karşıya olduğu güncel sorunlara, tecrübe ile bilgiyi harmanlayan bir bakış açısı ile yaklaşıyor. Gelecek kuşakları yetiştirme sorumluluğunu sadece anne babalara yükleyen toplumsal çerçevenin artıları ve eksileri, filmler, romanlar, hikâye ve masallar üzerinden analiz ediliyor.
On dokuzuncu yüzyılda evrimci biyoloji, insan-hayvan arasındaki farkı ortadan kaldırmıştı. Günümüzdeyse biyo-teknik ve gen mühendisliği makine-insan arasındaki sınırı belirsiz hale getirdi. Biyonikler, yapay zeka, genetik kopyalama gibi metotlar nedeniyle artık insanın sınırları tartışmalı hale geldi. Eğer insanın bir kutsiyeti ve doğası yoksa, onu biteviye değiştirmemize, yapay organlarla takviye etmemize, embriyoya müdahale ederek üstün nitelikli insan ya da insan-hayvan-makine arası bir varlık inşa etmemize ne engel olabilir? Bilim kendi amacını tayin edebilir mi? “Bilimsel” tavır, ölü bedenlere ya da embriyolara sadece birer hücre yığınıymışçasına muamele edilmesini meşrulaştırabilir mi? Nazife Şişman, kader ile tasarım arasında salınan “yeni insan”ı bu sorular eşliğinde tartışmaya açıyor.
“Düşünceler ruh ve zihin dünyamızda cereyan eden soyutlamalardan ibaret değildir. Var olma biçimimizi, benimsediğimiz düşünceler belirler. İyi olmak için iyiyi düşünmek, doğru olmak için doğrunun peşinden gitmek, güzel olmak için de güzeli kavramak gerekir.” diyen İbrahim Kalın, düşünmenin çileli ama kendini bilmek ve bulmak için varoluşsal bir gereklilik olduğunu derinlikli bir şekilde ortaya koyuyor. Düşünmenin değil; iyi, güzel ve doğru düşünmenin erdemini vurguluyor ve düşüncenin ufkunu açık hâle getiriyor. Düşünmek yola çıkmaktır. Herhangi bir yola değil, bizi hakikate götürecek yola koyulmaktır. Düşünmek, Eflatun’un mağarasından çıkmak için ayağa kalkmaktır. Duvara yansıyan gölgelerin hakikatin kendisi değil, sadece gölgesi olduğunun farkına vararak ışığın kaynağına yönelmektir. Düşünmek, ayağa kalktığınızda size müstehzi bir şekilde bakanlara aldırmadan kapıya doğru yürümektir. Ayağınıza vurulmuş zincirlerden kurtulmak için önce zihninize vurulmuş prangalardan kurtulmaktır. “Mağaradan çıkanı vururuz.” diyenlere aldırmadan aklının ve vicdanının sesine kulak vermektir. Düşünmek tehlikeli ve çileli bir iştir. Doğru düşünmek erdemli olmayı garanti altına alır mı? Düşünmek, ahlaklı olmak için yeterli midir? Bilmek, her zaman doğruyu yapmak anlamına gelir mi? Düşünmeyi zihinsel bir faaliyete indirgeyen ekoller bize bu noktada tatmin edici cevaplar veremezler. İyi, güzel ve doğruyu birbirinden ayrıştıran bir zihin yapısı, düşünce ile erdemli davranış arasında doğrudan ve zorunlu bir ilişki kurmaz. Fayda ve kârı artırmak için uygulanan yöntemler kapitalist üretim-tüketim kuralları içinde iyi ve doğru kabul edilir ama akıl ve erdem terazisine konulduğunda sınıfta kalırlar. Düşünmek ile ahlak, tefekkür etmek ile erdemli davranmak arasında ayrılmaz bir bağ vardır. Bir düşünce bizi doğru davranışa götürmüyorsa ya düşündüğümüz şeyde ya da düşünme biçimimizde bir sorun var demektir. Gerçek düşünce, bizi iyi, doğru ve güzel davranışa götürür. Bu yüzden düşünmek, salt zihinsel bir eylem değildir. Sahih mânâda düşünmek, bütün varlığımıza nüfuz eder. Bizi sarıp sarmalar ve dönüştürür. Bir düşünce, tasavvur yahut duyguyu iliklerimizde hissetmeden onun mânâsını tam olarak kavradığımızı söyleyemeyiz. Düşünce ancak varoluşumuzu dönüştürdüğü zaman iyi, güzel ve doğrunun elçisi olur ve hikmet sıfatını kazanmayı hak eder.
Bu kitapta, İslâm’da tasavvur olunduğu şekliyle hayatın en temel esaslarıyla ilgili tanımlamalar ve açıklamalar açık bir şekilde izah edilmektedir. Bu izahlar Din ile, İnsan ile, Bilgi, Hikmet, Adalet, Doğru Amel (edep), Akıl ve Akletme ile (nutk); dilin, düşüncenin, anlamın (mana), bilginin ve eğitimin İslâmîleştirilmesiyle; Kur’anî yorumlamalar (tefsir ve te’vil) paralelinde tabiatın incelenmesi ve bilimsel olarak araştırılmasının yöntemiyle; Arapça dahil tüm Müslüman hakların dillerinin İslâmîleştirilmesinde Kur’an’ın rolüyle; İslâmî anlamda eğitimin ve eğitme sürecinin aslında terbiye kavramıyla değil de daha çok te’dib kavramıyla karşılanabileceğiyle alakalıdır. Kitapta İslâmî eğitim felsefesi ve bu felsefenin oturtulacağı zemin konusunda bir çerçeve çizilmekte; bilgi edinmenin ve İslâmî eğitimin gayesinin temel esprisinin “iyi bir vatandaş” değil, “iyi bir insan” yetiştirmek olduğu belirtilmektedir. Seküler (dünyevî) kavramıyla sekülerizasyonun (dünyevîleştirme) anlamı ve bunun kapsamı kitapta anlatıldığı biçimiyle belki ilk defa ele alınmaktadır. Bu kitap kendi çapında, muhteva olarak yoğun, fakat düşüncelerin ifade ediliş biçiminde muhtasar bir çalışmadır.
“Ârif’in kalbi genişleyerek öyle bir mertebeye ulaşır ki içindeki şeyler de dâhil arşın yüz milyon katı genişliğinde bir şey, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede bulunsaydı ârif onu hissetmezdi… Çünkü yere göğe sığmadığı bildirilen Hakk’ı, ârifin kalbi istiâb etmişken ve bu ilgili kudsî hadisin işaretiyle sabit iken kalp yine de kanmamıştır… O halde Hakk’ı sığdıran ârifin kalbi Hakk’ın vasıflarından ve mahlûk?tından daralmaz.” “O halde ey dinleyen! İş (emr) nasıl olur” “… Şu halde sen varlığını bil, sen kimsin? Aslın nedir? Hakk’a nisbetin nedir? Sen neyle Hak’sın ve neyle âlemsin? Niçin mâsivâsın ve Hak’tan ayrısın? Bu ve benzeri sorularla kendi durumunu sorgula ve araştır.” (İbnü’l-Arabî) “Bir can ki olgunlaşır da son mertebeyi (:müntehâyı) aşınca; artık her şeyin canı, ona itaat eder hale gelir; kuş, balık, in, cin, insan… Hepsi ona itaat ederler; çünkü o üstünlüktedir, öbürleri noksanlıktadır…” “Kıyamete kadar onun (:kâmil insanın) vasfını söyleyip övsem, tükenmez. Benden bu övgüye bir nihayet ve son beyit isteme. Hasılı o, beşer sûretinde esas varlığını gizleyen bir güneştir. Artık anlayıver. Doğrusunu Allah daha iyi bilir.” (Mevlânâ Celâleddîn) Tasavvufî düşünce geleneğinin üzerinde durduğu temel konulardan biri olan insân-ı kâmil konusunu, sûfî geleneğin irfân ve aşk mekteplerini şahıslarında tebellür ettiren iki düşünürün, Sultânu’l-Ârifîn İbnü’l-Arabî’nin ve Kutbu’l-Âşıkîn Mevlânâ’nın düşüncelerinden hareketle ortaya koymaya çalışan elinizdeki eser, insan doğasının rasyonel ve analitik aklın verâsındaki imkânlarına işaret etmekte; kâinâtın gizemli fihristi olarak görülen insanın, ancak keşf ve müşâhedeyle nüfûz edilebilen varlık katmanlarına ve istidatlarının neler olduğuna dair tesbitlerini içermektedir.
21. yüzyılda yaşayan faniler olarak nasıl bir dünya ile kuşatılmış olduğumuzun farkında mıyız? Alo fetva hatları, online zekât mecraları, Youtube’dan yayınlanan vaazlar, zikirmatikler, Mescid-i Haram’dan naklen yayınlanan namazlar… Bu yeni teknolojiler, yeni araçlar dinî neşvenin, ilmin, fıkhın, maneviyatın aktarılmasında kullanıldığında, esasında olmakta olan nedir?
İşitmenin yerini görmenin aldığı, görüntünün gerçekten daha gerçekmiş gibi kabul gördüğü bir dünyada ferâseti ve basîreti nasıl kuşanacağız?
Bilgi, mahremiyet, merhamet, mimari… duyusal, zihinsel, davranışsal ve ahlâkî, insana dair hemen her şey, muhatap olduğumuz dijital çağda nasıl bir dönüşüm geçiriyor?
Hayatımıza katılan her teknolojik yenilik, gündelik hayat örgütlenmemizi de zihniyet dünyamızı da dönüştürüyor. Bu değişim ve dönüşümle yüzleşmeden, neyi nasıl yapacağımız konusunda bir netlik hâsıl olması mümkün değil. Bu kitap, karşılaştığınız yakıcı sorunlara çözümler sunmuyor; tasvir olmadan tahlilin, tahlil olmadan da teklifin mümkün olmayacağını hatırda tutmaya çalışarak, okuyucusunu içinde yaşadığı dijital kültürle yüzleşmeye davet ediyor.
devamını oku
“21. yüzyılda dünyanın yarısından fazlası karantina altında yaşarken, ekranlardan bize tarihe tanık olduğumuz söylendi ama büyük ihtimal, bu kitap elinize ulaştığında yaşadıklarınızı siz bile hatırlamakta güçlük çekeceksiniz. ‘O yaşadığımız neydi?’ diyeceksiniz. Maske ile sokağa çıktığınız ilk günü hatırlayacak mısınız mesela? Pencereden korku ile bakışınızı… Yazmadıysanız, yaşadıklarınıza bir dostunuzun kulağını şahit tutmadıysanız birkaç yıl sonra karantina günleri sadece bir cümle olarak kalacak zihninizde. Sonra belki o dahi silinecek…” Karantina Günlerinde Evin e-Hâli, yaşananlar “an”ın içinde tarih olurken okuyucuyu, sözlü kültürü yazılı formda muhafaza eden bir sohbet iklimine davet ediyor. Fatma Barbarosoğlu ve Nazife Şişman, 2020 mart, nisan, mayıs aylarında karantina altındaki gündelik hayatın kaydını tutuyor; eğitim, iş, alışveriş… her şeyin evlerde, uzaktan tecrübe edildiği bir ortamda “Olmakta olan nedir?” sorusuna cevap arıyorlar.
devamını oku
Aklın amel defteri bir hayli kabarık. Sevabı mı yoksa günahı mı daha çok, söylemek zor. İnsanların hayatını kolaylaştıran icatları yapan da Elhamra Sarayı’nı ve Selimiye’yi inşa eden de akıl, milyonlarca insanın ölümüne neden olan savaşları yöneten de kitlesel imha silahlarını yapan da akıl. Elbette farklı akıllar bunlar. Dolayısıyla temel soru şu: Bu fark nereden geliyor? Akıl, kendi özündeki iyiliği unutup neden kötülüğe râm oluyor? Kötüyü kutsayan ve meşrulaştıran akıl nasıl bir varlıktır? Kendi tabiatına ihanet eden bir akılla nasıl mücadele edilir? Elinizdeki kitap bu sorulara cevap ararken akıl, kalp, ruh, mânâ, hakikat ve varlık kavramlarını yerli yerine oturtmayı ve aralarındaki bütünleyici ilişkiyi ortaya koymayı hedefliyor.
İnsan, var olmasıyla birlikte, düşünce ve tefekkürün haz ve çekiciliğinden kendisini alamamıştır. Çünkü insanı özgün,
orijinal ve ayrıcalıklı kılan en önemli yönü, bu niteliklerinde gizlidir. Düşünen bir varlık olarak insan, medeniyetlerin ve
kültürlerin inşa sürecinde bu özelliklerini bilfiil göstermiş ve ispatlamıştır. Bu anlamda düşünce ve fikrin sahibi tek bir
milletle, ırkla veya dinle sınırlandırılamaz. Düşünce imâli ve üretimi, insanlığın ortak mirasıdır. Medeniyetler ve kültürler,
bu mirasın birbirlerine devredilmesinde bir vasıta olmaktan başka bir anlam taşımamaktadırlar.
Mesafenin eridiği, şeffaflığın ideoloji hâline geldiği, ölümün bile performansa dönüştüğü bir vasatta yaşıyoruz. Kişinin kendisini sergilemek zorunda kalmadığı, kendi başına kalabildiği bir mesafeden mahrumuz. Sermayenin, enformasyonun, iletişimin hızı önünde duran hiçbir engele izin yok. Zaten bu sebeple, şeffaflık güven ile, sır da suç ile bağlantılandırılıyor. İnsanlık tarihi kadar eski bir mesele olsa da mahremiyetle ilgili bugüne has ve yeni sorunlarla karşı karşıyayız çünkü mahremiyet, mekânsal, öznel, değişken ve yaşayan bir gerçeklik. Günümüzde bu değişken yapıyı anlayabilmek için cazip teknolojik vaatleri ve tekno-kapitalist yapılanmayı kendi sistemsel çerçevesi içinden görebilmek, bundan da önemlisi meseleye nereden baktığımızı netleştirmek gerekiyor. Elinizdeki derleme, bu zorunluluğun sorumluluğuna talip olan ve mahremiyeti (felsefe, sosyoloji, tarih, ahlak, fıkıh, tasavvuf, mimari, hukuk vb. alanlarda) disiplinlerarası bir yaklaşımla, bugünün içinden, yeniden ele alan yazılardan oluşuyor. Değişenleri ve değişmeyenleri, tarihî ve güncel olanı ele alan Mahremiyet: Hayatın Sırları ve Sınırları’nın içinde yer alan yazılar, mahremiyetle ilgili bir bakış açısının oluşmasına katkı olarak değerlendirilmeyi hak ediyor.
Niyette birlik ve değişmez merkeze sürekli olarak yönelmek eğilimi, sembolik olarak kıble’ye yönelmeyi gerektirir. Birliği kendinde tam olarak gerçekleştirmeyi başarmış olan için, tüm zıdlıkların ortadan kalkmış olmasıyla, savaş hali de sona ermiştir. Zira artık-bütünsel bakış açısının tüm özel bakış açılarının üzerinde olması nedeniyle sadece mutlaka düzen vardır. Böyle bir varlığa hiçbir şey zarar veremez. Onun için artık kendi içinde de dışında da hiçbir düşman yoktur. Kendi içinde oluşturduğu birlik aynı şekilde ve eşzamanlı olarak kendi dışında da oluşmuştur; daha doğrusu, o varlık için yine bir zıdlık olan iç ve dış ayrımı ortadan kalkmıştır. Herşeyin kesin olarak merkezinde bulunmakla o, “kendi kendisinin yasasıdır”. Zira, onun iradesi Evrensel iradeyle birdir. O “İlahi Huzur” olan “Büyük Barış”a kavuşmuştur. İlkesel birlik ile aynileşmekle o, “ezeli ve ebedi şimdi’nin mutlak eşzamanlılığında, “herşeyde birliği ve birlikte herşeyi” görür.
Rene Guenon’un bu derlemede bir araya getirilmiş olan makaleleri çalışmalarının belki de en özgün aynı zamanda çoğu okur için de en şaşırtıcı olan yönünün temsil etmektedirler. Bu kitaba bilinmeyen ancak tarih öncesini ve insanlığın ilkçağ tarihini içeren bir tarihten parçalar ismi verilebilirdi. Zira bu tarihin başlangıcını bugünkü insanlığın başlangıç dönemlerindeki tradisyon oluşturmaktadır. Burada sadece Guenon’un kendisi tarafından ölümünden sonra onun yazılarını derleyenler tarafından daha önce hiçbir kitapta yer verilmemiş olan yazılar bir araya getirilmiştir.
Rene Guenon, eserlerinde sahih geleneğin aynasında çağın durumunu belirlemeye çalışan, geleneğin temel ilkeleri ışığında insanlığın çeşitli manevi formlarını araştıran, bunun yanı sıra sahte bir takım maneviyat biçimlerini gerçek olanlardan ayırdedici ölçüler getiren eserleriyle özellikle Batı’da iyi tanınan müslüman bir ariftir. İslam Maneviyatı ve Taoculuğa Toplu bakış adlı bu kitabında Guenon, önce İslam tasavvufunun temel özelliklerini incelemekte, ardından aynı anlayışla Taoculuk ve Konfüçyüsçülüğü ele almakta ve hangi adla ortaya çıkarsa çıksın geleneğin “aşkın birliği”ni vurgulamaktadır.
“Gayr-ı meşru olan kutsal-dışı bakış açısıdır, zira o, eşyayı sanki bunlar tüm ilkelerden bağımsızmışlar gibi kabul eder ve onları hiçbir müteal ilke ile bağıntılandırmaz. Modern bilim gerçek bir bilgi olarak kabul edilemez, zira bazen doğru olan şeyleri ifade etse bile, onları sunuş tarzı yanlıştır, ve her hâlükârda bunların doğruluk nedenlerinin ancak ve ancak ilkelere bağımlılıkları olduğunu belirtemez…”
René Guénon, her şeyden önce bu çağın bir tanığıdır. Modern dünya bu çağda bir ölümcül inişe geçti. René Guénon, insanlık çevriminin sonu gelmeden olaylara yorum getirecek, çağdaş yanılsamaların tuzağından insanı kurtaracak yeni bir bulgunun ilk işaretlerini vermiştir.
Modern dünya, bu ölümcül inişle uçurumun ta dibine mi inecek; yoksa Yunan-Latin uygarlığının çöküşünde olduğu gibi, sürüklendiği uçurumun dibine varmadan önce, yeniden bir diriliş mi gerçekleşecek? Öyle görünüyor ki, yarı yolda duruş artık hiç mümkün değil. Ayrıca, geleneksel öğretilerce verilen bilgilere göre, Kali-Yuga’nın son safhasına, bu “Karanlık Çağ”ın en karanlık dönemine gerçekten girmiş durumdayız. Çünkü, gerekli olan basit bir doğrulma değil, bütünsel bir yenilenmedir. Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir. Eskiden görülmüş olan bunalımların sınırını aşan bir noktaya gelinmiştir. Şimdiyse Batı’dan başlayarak bütün dünyayı istilâ edecek gibi gözükmektedir. Çok iyi biliyoruz ki onların zaferi ancak geçici ve görünüştedir. Ama öyle bir aşamada, insanlığın güncel çevrim boyunca geçireceği en ciddi bunalım işareti de olabilir.
Durumun ciddiyeti görmezlikten gelinmemelidir. Hiçbir “iyimserlik” ya da “kötümserliğe” kapılmadan, onu olduğu gibi ele almak uygun olur. Çünkü, daha önce de söylediğimiz gibi, eski dünyanın sonu yeni bir dünyanın başlangıcı olacaktır.
René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı’nda ileri sürdüğü tezi, Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alâmetleri, İnisiyasyona Toplu Bakışlar, Doğu ve Batı gibi eserlerinde daha da geliştirmiştir.
Nefs, uçsuz bucaksız bir şeydir bütünüyle kozmozdur. Çünkü onun kopyasıdır. Alemde bulunan her şey nefste mevcuttur aynı şekilde nefste bulunan her şey nefste mevcuttur aynı şekilde nefste bulunan her şey de alemde mevcuttur. Şu halde nefsinin efendisi olan, tüm alemin efendisi olmuştur. Keza nefsinin kölesi olan tüm alemin kölesi olmuştur.
Islamofobi, 11 Eylül’den bu yana sayısız ayrım, ırkçılık, fiziki saldırı vakaları yanında İslam karşıtı kampanyalarla da katlanarak artış göstermiştir. 2006 Danimarka karikatür krizi ve Papa 16. Benedict’in Regensburg konuşmasını çevreleyen tartışmalar da ifade özgürlüğü, çok kültürlülük, dinî sembollere saygı ve dinler arası ilişkilerle alakalı bazı önemli sorunları ortaya koymuştur.
Dinî özgürlüğün yanı sıra insan hak ve özgürlükleriyle alakalı temel ilkeleri ihlâl eden İslamofobik eylemler, birçok farklı görünüme bürünmektedir. Bazı durumlarda camiler, İslamî merkezler ve Müslümanların mülklerine saldırılmış ve saygısızlıkta bulunulmuştur. İş yerleri, okul ve meskenlerde ise İslamofobi şüphe, taciz, alay, red, küçük düşürme ve ayrım biçimini almaktadır.
Elinizdeki seçki, Müslüman ve gayri müslim, Amerikalı ve Avrupalı ilim adamlarının uzmanlık ve tecrübelerini bir araya getirerek İslamofobiye yönelik disiplinlerarası bir yaklaşım sergilemektedir. Tahlille siyasî tavsiyeleri bir araya getiren yazarlar, mevcut uygulamaları tartışıp değerlendirmekte ve ayrım, yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla başa çıkma konusunda yeni yöntemler sunmaktadırlar.
Bu ünlü hikayenin, Hayy’ın varoluşu ve gelişimi çizgisinde insanın gelişim tarihini özetlemekte olan ince anlatım tarzı, bizi Hayy’ın şahsında kendisinden daha başka birşeyleri temsil ettiği konusunda ikna etmelidir. Yalnız başına yaşadığı adada Adem’e benzeyen konumu, ateşin kaşifi olarak üstlendiği Prometeus rolü, ilerleme kaydetmesi ve sapması, ateşle zekice tecrübelere girşimesi ve düşünmeden “ondan bir parça”yı kavramaya çalışması, onun insanoğlunu sembolize ettiğini göstermektedir. Çünkü o da ilk insan gibi her şeyi kendi başına keşfetmek zorundadır. Ayrıca bir insan olarak, ruhun hayat kaynağı olan hayvani yönünden başka bir şey bilmemektedir. Bu, insanın en azından yarı ruhani bir dünyaya girmesinin belirtisidir.
Adab-ı muaşeretten şehir hayatına, mimariden müziğe, mutfak kültüründen uluslararası siyasete kadar her alanda karşımıza çıkan medeniyet, son iki asırdır gündemden düşmeyen ve bir o kadar da örselenen ve tüketilen bir kavram. Savaş çıkartmak isteyenler de barış yapmak isteyenler de aynı kelimenin arkasına sığınıyor . “Medenileştirme misyonu” adı altında yapılan barbarlıklar , modernitenin karmaşık tarihini yeniden ele almamızı zorunlu kılıyor . Barbarlığın, modernliğin ve medeniliğin aynı anda tecrübe edildiği bir çağda Batı, medeniyet hakkındaki sözünü tüketiyor; İslam dünyası ise söyleyecek sözünü arıyor . Elinizdeki kitap bu arayışın izlerini sürerken akla ve erdeme dayalı bir medeniyetin ancak belli bir varlık tasavvuru, dünya görüşü, bilgi anlayışı ve estetik duyuş ile mümkün olabileceğini savunuyor . “Medeni olmayı ve günümüz medeniyetini evrensel olduğu kadar milli (T ürk, Osmanlı, İslam) ve tarihi bir çerçeve içinde, Doğu-Batı kaynaklarına dayanarak, felsefi bir görüş ile inceleyen bu kitap, modernitenin iyi ve kötü her yönünü irdelemiştir . Varlığın değerini vurgulayan bu değerli çalışmayı herkesin okumasını ısrarla tavsiye ederim. ” Kemal H. Karpat Wisconsin Üniversitesi Öğretim Üyesi “İbrahim Kalın medeniyet, barbarlık ve modernite arasında asırlar boyunca kurulan bağlantıları naklederken barbarlığın ‘modernleşme ‘ ve ‘ilerleme ‘ adına aldığı yeni şekillerini inceliyor , sonra ‘medeniyet’ kavramının tekrar inşasının artık bir zaruret haline geldiği gerçeğini gözler önüne sererek, ‘Batı’nın medeniyet adına söyleyecek sözünün tükendiğini, İslam dünyasının ise söyleyeceği sözü aradığını’ ifade ediyor . Kitabın önemli özelliklerinden biri, devlette üstlendiği ağır görevlere rağmen ilmi çalışmalarına fasıla vermeden devam eden İbrahim Kalın’ın, eserinde bu zorluğun üstesinden gelmesi ve önemli fakat oldukça ağır bahisleri herkesin rahatça anlayabileceği bir T ürkçe ile ifadeye muvaffak olmasıdır . ” Murat Bardakçı Tarihçi – Yazar
Malcolm X’in hikâyesi, sadece bir şahsın veya bir ailenin değil, tüm Siyahların, hatta Siyahlara yaptıkları ile hâlâ gündemden çıkmayan bir yönetimin küçük ölçekli ama derinlikli bir hikâyesidir.
Bazılarının “Amerika’yı titreten adam”, bazılarının “Amerika’da bir isyan çıkarabilecek veya bir isyanı bastırabilecek tek adam” dedikleri bir büyük mücadele adamının ibretlerle ve acılarla dolu bu hikâyesi, engellenemeyen bir özgürlük savaşının, ne pahasına olursa olsun hakikate ulaşma yoluna adanmış yenilmez bir iradenin, insanlık onurunun, insan dirayet ve haysiyetinin hikâyesidir…
Bu hikâye aynı zamanda, yeryüzünün her bölgesinde yaptıkları ile tüm insanlığın “yüz karası” haline gelmiş, buna rağmen kendi tarihindeki ve kendi vicdanındaki “kara”yı görmeden, vatandaşlarından bir kısmının “kara”lığına takmış süper paranoyak bir gücün, köle ticaretinden bu yana yaptıklarından hiç pişman olmadığının ve başına gelenlerden hiç ders almadığının içeriden yapılmış gözlemlere dayalı bir belgesidir.
Ölenin değil, öldürenin kaybettiği bir hikâye bu. Şehitlerin öldükten sonra da destansı hikâyeleriyle mücadeleye devam ettiklerini gösteren bu kitap, bizi önemli bir insanla tanıştırıyor; çünkü Malcolm’ü anlamak, insanlığı anlamaktır.
İslâm ve Batı’nın iç içe geçmiş tarihinin ana hatlarını ele alan bu çalışma, siyasî, askerî ve toplumsal ilişkilerin yanı sıra , ‘ben’ tasavvuru, ‘öteki’ algısı, zaman ve mekân tasavvuru, sembolik dil ve imgeler üzerinden inşa edilen anlamlar dünyasına eğilmeyi hedefliyor. Kitap İslâm ve Batı toplumlarının etkileşim içinde olan ve tedâhül eden tarihlerinin dün ve bugün ifade ettiği anlamları ortaya koymak için tarihten felsefeye, teolojiden sanata uzanan disiplinler arası bir yaklaşımı esas alıyor. Her ‘ben’ iddiası bir ‘öteki’nin varlığını tazammun ederken, her ‘öteki’ vurgusu da bir ‘ben’ tasavvuru inşasını zorunlu kılar. Fakat modern dikotomilerin tersine, bu ayrımı mutlaklaştırarak sonsuz ve sınırsız düşmanlar üretmek gerekmiyor. ‘Öteki’ üzerinden verilen hükümler, aynı zamanda ‘ben’ ile, ‘biz’ ile ilgili tanımlamaların da bir aynasıdır. Bu kitap, İslâm ve Batı ilişkilerini tahlil ederken, arka planda yatan ben-öteki diyalektiğinin izdüşümlerini takip etmeyi amaçlıyor. *** Geleneksel diyalektikte, “İsteseydim sizi tek bir millet yapardım…” ilâhî fermanının karşıt anlamını yakalama gereği olarak ‘öteki’ ile beraber var olmanın yolları aranırdı. ‘Öteki’ denilen şey ezilip yok edilecek bir şey değil, ancak kendisi ile yarışılacak bir şeydi. “Âdem’in çocukları birbirinin uzvu gibidir” diyen Sa‘dî ve “Varlığı bilmeden kendini bilemezsin. Ve varlığı bilmek Tanrı’nın kendi eseriyle cilveleşmesinin yollarını bilmekse, o zaman ‘ben’ idrâki bizi varlığa, varlık bizi Tanrı’ya, Tanrı da bizi tekrar ‘ben’e geri getirir. Kendine geri dönen ‘ben’ de artık sıradan bir ben değildir. Zira o, ‘büyük varlık dairesini’ kat ederek kendine geri dönmüş bir öznedir” diyen Molla Sadra gibi bilgelerden aldığı ilhamla Doç. Dr. Kalın, geleneksel ontolojinin karşısında yer alan modern zamanların hakim ötekileştirme eylemini sorgulamaktadır. Değerli kardeşim İbrahim Kalın’ın modern ötekileştirmenin aynı zamanda yok etme haline gelmesi sürecini, özellikle Müslümanın ötekileştirilmesi eylemi üzerinden okuyan bu mühim çalışmasını herkese tavsiye ederim. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç *** “Ne Doğu, Doğu’dur artık; ne Batı, Batı. Bu ikisi artık birleşebilir! Kipling ve Peyami Safa’nın muhayyilesindeki Doğu-Batı’yı hâlâ merak edenler varsa, İbrahim Kalın’ı okusunlar: akıcı ve düşündürücü bir eser.” Mustafa Özel, İstanbul Şehir Üniversitesi
Hz. Muhammed’in Hayatı çağdaş bir “siret”tir. Çağdaş müslüman yazarın taşıması gereken sorumluluk bilinciyle kaleme alınan bu değerli eser, köklü bir araştırmanın ürünü olması yanı sıra, yazarının bir “edib” oluşuyla kazandığı ayırıcı bir niteliğe sahiptir. Esere hakim olan üslup bir taraftan konusunun gerektirdiği yoğunluğu rahatça sürdürebilmektedir. Kitabın anlatım biçimiyle kazandığı bu edebi değer, Arapça ilk kaynakları esas almasıyla kazandığı ilmi değerle birleşince kendisini emsallerinden ayıran temel nitelik, iddialı bir tarzda ortaya çıkmaktadır.
İngiliz asıllı müslüman yazar Martin Lings (Ebubekir Siraceddin) üç yılını verdiği bu değerli araştırmasıyla, “siyer” bilimiyle uğraşan ciddi çevrelerin haklı takdirlerine mazhar olmuş ve eseri “SİRET ÖDÜLÜ”ne layık görülmüştür