Ama bizim gibi insanların, durumu sözde uzmanlardan daha iyi anlamasının sebebinin, belirli olayları öngörmekten çok, ne tür bir dünyada yaşadığımızı kavramak olduğunu düşünüyorum. Ne olursa olsun, gelecekte bizi bir felaketin beklediğini yaklaşık 1931’den beri biliyorum. Avrupa’da Hitler rejiminin yükselişiyle İkinci Dünya Savaşı kaçınılmaz bir gerçekliğe dönüşüyor, her gün yeni bir işgal ve ittifak haberi çıkıyor, dünyanın dört bir yanında çatışmalar ve olaylar patlak veriyordu. 20. yüzyılın siyasi düşüncesini şekillendiren Orwell tam bu yıllarda tuttuğu günlüklerinde, kendisini bir anda savaşın ortasında bulan bir halkın psikolojisine ve savaşın hayatın her alanını nasıl etkilediğine dair gözlemlerini aktarıyor. Savaşın medeni insanları nasıl bir düşman denizaltısının battığını duymaktan mutluluk duyan, şehirlere bombalar yağarken normal hayatlarına devam eden kişilere dönüştürdüğünün izini sürerken, savaş psikolojisine dair paha biçilemez bir anlatı sunuyor. Savaş Günlükleri, savaşın Orwell’in kendi yazın hayatındaki etkilerini ve yıllar sonra kurmaca eserlerinde işleyeceği fikirlerin nasıl bir ortamda şekillendiğini gözler önüne seren bir yapıt, Orwell’in külliyatının önemli bir parçası. #günlük #ikincidünyasavaşı #nazizm #ideoloji #sivilhalk #yoksulluk #londra
Ütopya yaratıcılarının neredeyse hepsi diş ağrısı çeken ve o yüzden mutluluğu diş ağrısı çekmemekle bir tutan kimselere benzer. Onlar değerini sürekli olmamasından alan bir şeyin sonsuz devamını sağlayarak kusursuz bir toplum var etmek isterler. Oysa insanlığın belli çizgilerde hareket etmesi gerektiğini, ana stratejinin belirlenmiş olduğunu, ama ayrıntılı kehanetlerin bizim işimiz olmadığını söylemek daha akıllıca olurdu. George Orwell’in 1929-1948 yılları arasında Tribune dergisi için kaleme aldığı “Dilediğim Gibi” başlıklı köşesi dahil olmak üzere, farklı dergi ve gazetelerde yayımlanan edebiyat yazılarını derleyen Edebiyat Üzerine, yazarın kültür-sanat üzerine düşüncelerinin yıllar içerisinde nasıl geliştiğini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda iki savaş arasında Avrupa’nın düşünsel hayatında meydana gelen cereyanları da gözler önüne seriyor. Orwell’in ülkesindeki okuryazarlık kültürü, dönemin ideolojilerinin edebiyata olan etkisi, toplumsal hayatta yazarın varlığına dair fikirlerinin; Jean-Paul Sartre, Arthur Koestler, Jack London ve Rudyard Kipling gibi çağdaşları hakkındaki yorumlarının, 1984 ve Hayvan Çiftliği gibi kitapların düşünsel temelini oluşturan yazılarının bir araya geldiği bu kitap, Orwell’in dönemini edebiyat ve edebiyatı dönemi üzerinden düşünen güçlü bir eleştirmen olduğunu da kanıtlıyor. #kurgudışı #eleştiri #ideoloji #düşünce #edebiyat #roman #edebiyatyazıları
Kitap satmayı meslek edinmek ister miyim peki? Her şeyi hesaba katarsak, işverenimin nezaketine ve dükkânda mutlu günler geçirmiş olmama rağmen – hayır. Kitap alma alışkanlığı, sigara tiryakiliğinden gerçekten daha mı pahalı? Kitaplar ve Sigaralar, George Orwell’in yıllar içinde şu veya bu şekilde edindiği kitapların ve kişisel geçmişinin bir envanterini çıkararak bu soruya ironik bir dille yanıt aramasıyla başlıyor. Bir yazıda çalıştığı sahafı ziyaret eden ilginç tiplere dair gözlemlerini anlatırken, bir başka yazıda çağlar boyu değişmeyen bir eleştirmen tiplemesinin profilini çiziyor. Dünyaya bakışını ve soluduğu edebiyat atmosferini yansıtan bu denemelerde Orwell kıvrak kalemi ve ince mizahıyla ifade özgürlüğünü, bir nesne olarak kitabı, vatanseverliğin ne anlama geldiğini ve “hafif” edebiyatı tartışıyor. Kitaplar ve Sigaralar, bir kitapseverin kaleminden bir seçki. #kitap #kitapçılık #edebiyat #yazarlık #ifadeözgürlüğü #savaş #ekonomi
Göğe devamlı kırmızı bir tuz bulutu yükseliyordu, insanların kızıla boyanmış koca sigaraları andıran kollarının kaldırdığı kızıl bir tozdu bu. İnip kalkan kazma ve küreklerin sesi sonu gelmez bir gök gürültüsünü andırıyordu. Tepeler tamamen delik deşikti. Toprağın böyle mahvedilmesi alçaklıktı. Tabiat ana, topraktaki delikleri sonradan çorap söküğü gibi onarması gerekeceğini gördükçe bunalıyor olmalıydı… José Mauro de Vasconcelos’un ilk romanı Yaban Muzu 1942’de yayımlanmıştır. Yazarın kendi yaşamından yola çıkarak kaleme aldığı bu nefes kesici roman Brezilya’daki garimpo adı verilen açık madenlerde ter dökenlerin yaşadıkları etrafında gelişir. İnsanlık, dostluk, para hırsı ve doğa katliamı gibi konulara değinen Yaban Muzu’ndaki temalar bugün de güncelliğini koruyor. #dostluk #maden #para #ihanet #orman #doğa #macera #brezilya
Çok kısıtlı bir çevrenin tanıdığı adsız sansız bir yazar olarak öldüğünde, Melville ardında bugün klasik romanın başyapıtlarından biri kabul edilen Moby Dick’i ve kült kısa öyküsü Kâtip Bartleby’yi bırakmıştı. 19. yüzyıl New York’unda Wall Street’te, bir avukatın yazıhanesinde kâtip olan genç Bartleby zamanla “yapmamayı tercih etmesi” ve kayıtsızlığıyla patronun nasıl başa çıkacağını bilemediği bir soruna dönüşmüştü. Konu olduğu metinden bağımsızlaşıp adeta kendi yaşamını sürmeye başlayan, başka edebi eserlere ilham veren, canlı kanlı bir insana dönüşen Bartleby, 20. yüzyıl edebiyatının simge karakterlerinden biri haline geldi. Deleuze’den Derrida’ya Blanchot’dan Negri’ye birçok düşünürün üzerine kalem oynattığı bu çetrefil karakter, çarkın uyumsuz dişlisi yeni okumalara, çözümlemelere konu olmaya devam ediyor. “Bartleby, ustalığın ya da düşsel imgelemenin uçarılığının ötesindedir; her şeyden önce evrenin gündelik ironilerinden biri olan gerçek faydasızlığı gösteren üzücü ve gerçek bir kitaptır.” Jorge Luis Borges #dünyaklasikleri #kısaklasikler #kült #yapmamayıtercihederim #katip #aykırı #özgürirade
Her okun uçuşu farklıdır. Bin ok atarsan, bini de sana farklı bir yol gösterecektir: Okçunun yolu işte budur. Ülkenin en mahir okçusu Tetsuya bir köyde mütevazı bir marangoz olarak yaşamını sürdürmekteyken bir gün uzak diyarlardan gelen bir okçu ona meydan okur… Tetsuya bu meydan okumayı kabul ederek okçuluk felsefesini hem yabancı okçuya hem de köyün delikanlılarından birine aktaracaktır. Paulo Coelho’nun Okçu’nun Yolu’nda dile getirdiği öğreti sadece okçuluğa değil hayatın her alanına uygulanabilecek, yolu nice erdemden geçen bir ilkeler bütünü. “Kaleme aldığım bu metinde yay, ok, hedef ve okçu aynı gelişim ve sınama mekanizmasının bütünleyici birer parçası.” Paulo Coelho #okçuluk #hayat #felsefe #öğreti #ruh #sınama #ilham
İngiliz romancı George Orwell, Hayvan Çiftliği adlı siyasal masalında, zorbalığa dönüşen Stalin yönetimini yerden yere vurmuş; Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı ünlü yapıtında da insanlığı belleksiz ve muhalefetsiz bir totaliter toplum tehlikesine karşı uyarmıştı. Ama bu iki büyük yapıtından önce, 1930’lar İngiltere’sinde ‘sınıf atlama özlemi’ni benzersiz bir kara mizahla eleştirdiği Aspidistra romanını kaleme almıştı. Aspidistra, sınıf atlama özentisindeki dar gelirlilerin bir statü simgesi olarak gördükleri, evlerinden eksik etmedikleri çiçeksiz bir zambak türüdür. Bir reklâm ajansında metin yazarlığı yapan Gordon Comstock, kapitalizmin yutturmacası olarak gördüğü reklâmcılıktan nefret eder, orta sınıfın boğucu yaşamından kaçarak şairliğe soyunur. Bu uğurda sevgilisinden ayrılmayı bile göze alır; ama romanın sürpriz sonunu yine sevgilisi yaratacaktır.
“Beş parasız kalmaktan o kadar çok bahsetmiştiniz ki; eh, işte beş parasız kaldınız ve hâlâ ayaktasınız.” Paris ve Londra’da Beş Parasız, 20. yüzyılın en büyük romancılarından George Orwell’in, Avrupa’nın iki büyük şehrinde, Paris ve Londra’da yaşadığı sefaleti olanca gerçekliğiyle anlattığı, son derece önemli bir eser. Bir gün Paris’in orta yerinde meteliksiz kalan genç yazar, yoksulluk ve açlıkla mücadele etmeye başlar. Rehineciler, iş bulma kurumları, umut tacirleri, karın tokluğuna günde on yedi saat çalışılan karanlık otel mutfakları arasında sürüp giden Paris macerası, yazarın güç de olsa kendini Londra’ya atmasıyla sona erer ama Londra’da onu çok daha ağır şartlar beklemektedir. Orwell, modern insanın ısrarla görmezden geldiği bir dünyanın kapısını aralıyor. İşsizlik, evsizlik, açlıkla damgalanan bu dünyanın insanları izbe pansiyonlarda, berduş barınaklarında yaşıyor, hayata bir ucundan tutunmaya çalışıyorlar. Paris ve Londra’da Beş Parasız, köleliğin hiçbir zaman, modern zamanlarda bile ortadan kalkmadığını, sadece görünüm değiştirdiğini anlatıyor.
“Orwell’in ironik mizah anlayışı tazeliğini hiç yitirmiyor. Bu, kaçırılmaması gereken bir Orwell yapıtı.” The Observer Göbeğinin çapı giderek genişleyen ve evinin taksitlerini ödemekle uğraşan George Bowling kırk beş yaşında, evli ve çocuklu –ve yeni aldığı takma dişleriyle kasvetli hayatından çaresizce kurtulmak isteyen– bir sigorta pazarlamacısıdır.1939’da patlak verecek olan savaşın gelişini; yemek kuyruklarını, askerleri, gizli polisi ve zorbalığı görerek modern zamanlardan korkmaktadır.Böylece çocukluğunun dünyasına, huzur ve sükûn dolu bir yer olarak hatırladığı köyüne sığınmaya karar verir.Fakat köyünde aradığını bulabilecek mi, orası şüphelidir. “Çok komik olmanın yanında hayranlık uyandıracak kadar gerçekçi… Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü burada nüve haliyle görebiliyoruz. Hayvan Çiftliği’ni de… Hem zengin bir okuma keyfi sunan hem de iki klasiğin tohumlarını birden barındıran romanlara kolay rastlanmaz.” John Carey, The Sunday Times
Bazı Kelimeler Çok Güzel… Lugat 365 projesi, 2014 yılının sonlarına doğru, Banu-Onur Ertuğrul çiftinin aklına düşer. “Hissikablelvuku” gibi, “müşkülpesent” gibi bazı kelimeler, hem söylenişleri, hem de kapsadıkları anlam alanları, dolu dolu geçmişleri ile ne güzeldirler. Kolları sıvar, 2015 yılı boyunca her gün beğendikleri bir kelimeyi twitter üzerinden paylaşmaya, eski kelimeleri unutmuş ya da hiç duymamış günümüz toplumunun dikkatine sunmaya başlarlar… Öyle ki, zamanla paylaşılan kelimeler o günün güncel olaylarına, duygularına göndermeler içermeye, adeta “yaşamaya” başlar.. Takipçileri kısa zamanda yüz binleri bulur… Lugat365 paylaşımları 2015 yılı sonu itibariyle sona erecek. Ama yayımladığımız kitap, o kelimeleri bir araya getirerek önemli bir kaynak ve başucu sözlüğü olacak. Kendine özel tasarımı ve sunumuyla…
Şeker Portakalı adlı romanıyla ülkemizde yediden yetmişe herkesin sevgilisi olan Brezilyalı ünlü yazar Jose Mauro de Vasconcelostan bir roman daha sunuyoruz. Romanın başkişisi damarlarında Çingene kanı taşıyan yetim Chicao’dur. Brezilya’nın kıraçlarında büyüyen Chicao, rüzgarı ve denizi kardeşi bilir. Ateşli, güzel Joaninha’nın sevgilisi ve o kıyının en güçlü erkeği olur. Okuyunca siz de göreceksiniz, Vasconcelos, yine o her zamanki yalın, şiir dolu, sokulgan anlatımıyla, özsuyunu doğadan alan, sevgi ve özlem dolu, yaşamın içinden sürüp gelen bir roman daha yaratıyor. Bu romanda rüzgar canlanır, ışık ve müzik gereçlerinin, dans adımlarının ve yürek çarpıntılarının gürültüsüne dönüşür. Anlattığı toprakları ve o toprakların insanlarını çok iyi tanıyan Vasconcelos, o insanların duygularını, düşüncelerini, o topraklara bağlılıklarını ve o topraklardan kopuşlarını büyük bir ustalıkla yansıtıyor.
Brezilyalı Jose Mauro de Vasconcelos’un, kendi yaşam kesitlerinden yola çıkarak yazdığı Şeker Portakalı’nı Türkiye’de yediden yetmişe herkes severek okuyor. Romanın kahramanı küçük Zeze, çocukların en yakın dostu; büyüklerin de yüreklerine yerleşmiş bir sevgili çocuk. Şeker Portakalı’nın devamı ve ikinci bölümü olan Güneşi Uyandıralım’daki Zeze biraz daha büyümüş, artık okullu olmuştur. Küçüklüğündeki sevgili dostu, dert ortağı Şeker Portakalı fidanı yoktur, ama bu kez yüreğinde sevimli Kurbağa’sı vardır. Bu dizinin üçüncü bölümü olan Delifişek’te Zeze’yi daha da büyümüş bulacaksınız. Zeze artık delikanlı olma yolundadır. Yaşamın katı gerçekleriyle karşı karşıyadır. Haklarını aramakta, özgürlüğü yaratmaya çalışmaktadır.
Şeker Portakalı’nın sevimli, küçük kahramanı Zeze işte yine karşınızda. Gözlerinin içi yine ışıl ışıl, yüreği yine sevgi dolu. Ama hüzünleri, biraz daha büyümüş bir çocuğun hüzünleri. Küçüklüğündeki küçük Şeker Portakalı yok, ama bu kez de yüreğinde sevgili kurbağası var. Zengin ve aşırı alıngan bir aile tarafından evlat edinilmiş. Ama Zeze yeni babasının iyi niyetine karşılık vermiyor. Evdeki biricik dostu, aşçı Dadada. Bir de düşlerindeki, yeri doldurulamayan, yüreğine kadar sokulup yerleşen kurbağa ve bir filmde görerek gerçek babasının yerine koyduğu ünlü Fransız şarkıcısı Maurice Chevalier. Çok parlak bir öğrenci olan Zeze sırılsıklam âşık oluyor. O güne kadar herkesi kızdıran, kimi de tehlikeli şeytanlıklar yapan bir çocuk. Çocukluğunun sonu, yeniyetmeliğin ilk adımları, verilmesi gereken yalnızlık sınavı…Zeze’nin, dostlarını hayâl kırıklığına uğratması olanaksız. Onun her yaştan pek çok dostu olduğunu da iyi biliyoruz. Şeker Portakalı’nın devamı olan Güneşi Uyandıralım’ı da çok seveceğinize inanıyoruz. Dizinin üçüncü kitabı olan Delifişek’te bu kez, Zeze’yi delikanlılık yaşında bulacaksınız.
Jos‚ Mauro de Vasconcelos’un bu romanında, olaylar, bir kenar mahallenin köy yolunu andıran bir sokağında geçiyor. Her bölümü, her parçası, türlü renk tonlarıyla dolu bir kitap. Toplumsal yalanlar, bireysel ikiyüzlülükler, duygusal özlemleri altüst eden kişisel hesaplar, acı alaylar, kargaşa içindeki bir toplumun açık belirtileri olan kaprisler birer birer önümüze seriliyor. Kitabın başkahramanları, başkalarına adanmış sade bir yaşam sürmek uğruna, kendi dünyalarını terk eden Antao ile Ananias ve onların çevresinde bu kenar mahallenin sevecen ve inançlı sakinleri. Romanda yer alan kişiler, olaylar, sıcak, yumuşak, şiirli bir dille anlatılıyor. Çıplak Sokak’ta `Tanrı’nın yüzünü cesaretle arayan Vasconcelos, okuyucunun bu konuda kendi konumunu seçmesi ve son sözü söylemesi için, yargıları ve tanımlamaları onun yorumuna bırakıyor.
devamını oku
Jos‚ Mauro de Vasconcelos, yurdumuzda çok sevilen bir yazar. Türkçede ilk yayımlanan romanı Şeker Portakalı ve onun devamı olan Güneşi Uyandıralım ve Delifişek, daha sonra da Kayığım Rosinha ve Kardeşim Rüzgâr, Kardeşim Deniz’in gördüğü ilgi çok büyük oldu. Elinizdeki bu kitabın bir başka özelliği daha var. Jos‚ Mauro de Vasconcelos’ta eşine az rastlanan ve doğuştan gelme bir anlatıcılık yeteneği, akıl almaz bir bellek, göz kamaştırıcı bir yaratıcılık ve insanlar konusunda engin bir deneyim var. Yazar olmaya çalışmamış, yazar olmak zorunda kalmıştır. Romanları bir yanardağın lâvları gibi dışına taşmıştır. “Konuyu kafamda toparlayınca yazmaya başlarım ve bir çırpıda yazarım,” diyor. İzlediği yöntem, kitap kafasında yazılana kadar, konusunu uzun uzun olgunlaştırmaktır. Yine kendi anlattığına göre, yazı makinesinin başına geçtiğinde, kitabın çeşitli bölümlerini ayrı ayrı yazabiliyor. Birinci bölümü bitirdikten sonra, aradaki bölümlere el atmadan, sonu kaleme alabiliyor. Brezilya’nın elmas madenlerinde elmas arayan insanların serüven dolu bu romanını Aydın Emeç’in Türkçesiyle sunuyoruz.
devamını oku
XIX. yüzyıl Fransız edebiyatının başyapıtlarından biri sayılan ve XX. yüzyıl romanını şekillendiren, hatta çağdaş romanın öncüsü olma niteliğini taşıyan Duygusal Eğitim, arka planında Flaubert’in en ince ayrıntısına kadar gözlemleyip analitik bir zekâyla kusursuzca aktardığı Temmuz Monarşisi, 1848 Devrimi ve II. Cumhuriyet dönemiyle tarihçilerin de başvuru kitaplarından biri olmayı başarmış bir yapıttır. Paris’e eğitim almak üzere gelen on sekiz yaşında taşralı bir genç olan Frédéric Moreau’nun, sanatı, siyaseti, dostluğu, iktidar hırsını ve saf aşkı öğrenip deneyimlemesinin; monarşi, cumhuriyet ve imparatorluk arasında gelgitler yaşayan Fransız toplumunda kendine bir yer edinme arayışının, başka bir deyişle kayıp bir gencin hikâyesidir. Zengin bir sanat tüccarının eşi olan Madam Arnoux’ya duyduğu aşk ve içinde yaşadığı dünyayla kurduğu ilişkiler sonucunda, birer birer yanıp kül olan hayallerin ve yanılsamaların büyüttüğü Frédéric’in hikâyesi, aynı zamanda yürekleri hınçla dolu tüm gençlerin de hikâyesidir.
devamını oku
Albert Camus’nün ( 1913-1960) en tanınmış, en çok yabancı dile çevrilmiş, en çok incelenmiş ve hala en çok satan kitaplar arasında yer alan Yabancı, aynı zamanda yazarın en gizemli yapıtı. Ölümün egemen olduğu bir varlıkın en anlamsız olgularını saçma bir düzensizlik içinde yaşayan bu romanın başkişisi Meursault, bir simge kahraman değildir, adı olmayan bir Yabancıdır; bu eksik kimlik, gerçeklikten algıladığı şeyi yapılandıramayan, yeniden örgütleyemeyen, ama gerçekliğin yankılarını yakalamaya çalışan bir boş bilincin imgesidir. Onun kayıtsızlığı ve edilgenliği, işte bu boş bilincin ürünüdür. Yabancı, büyüleyici gücünü, içinde barındırdığı trajedi duygusuna borçlu: Bir türlü ele geçirilemeyen anlamın sürekli aranması, bilinç ile toplumsal dünya arasındaki çatışma… Camus’yle buluşanların hiçbiri, onunla karşılaşınca hayal kırıklığına uğramamıştır. Mutluluk, bir yerde ve her yerde hiçbir şey beklemeden dünyayı, insanları sevmektir, der Camus. Giderek daha çok sevilen bir yazar olması, onun bu sevgisinin yansımasından başka bir şey değildir.
“Hilal’e isminin anlamını sordu; Türkçede ayın ilk günlerinde aldığı yay biçimi demektir. Ülkemin bayrağında da vardır hilal…” Elif’in başkahramanı dünyaca meşhur yazar Paulo Coelho, bir süredir bilgelik yolunda gelişmesinin durduğunu hissetmektedir. Belki de yapması gereken tek şey, esrarengiz ustası J.nin tavsiyesine uyup, “Gönlünün onu çektiği yere,” gitmektir… Rastlantılar Coelho’yu Rusya’ya savurur. 9288 kilometrelik yolu, bu uçsuz bucaksız ülkeyi, baştan sona trenle kat etmeye karar verir. Daha ilk durağından itibaren manevi bir arayışa dönüşen bu yolculukta ona üç kişi eşlik eder: Bir Tao ustası, Rus yayıncısı ve en ilginci, yetenekli bir keman virtüözü olan, sıra dışı genç bir Türk kadını; Hilal… Coelho, son romanı Elif’le, bir kez daha hayatı güzelleştiren hazineleri ve mucizeleri kutluyor. Zamanın, mekânın, yaşadığımız başka hayatların dışında bir yerde, katıksız “aşk”ın peşinde, ruhun upuzun yolunu kat ediyor. Ama bu kez, bizlere çok tanıdık gelen duraklardan geçerek… “Coelho’nun kitapları, milyonların hayatına büyü katıyor.” London Times
“Ne güzel bir şeker portakalı fidanıymış bu! Hem bak, dikeni de yok. Pek de kişilik sahibiymiş, şeker portakalı olduğu ta uzaktan belli. Ben senin boyunda olsaydım başka şey istemezdim.” “Ama ben büyük bir ağaç istiyordum.” “İyi düşün, Zezé. Henüz gencecik bir fidan bu. Bir gün koca bir ağaca dönüşecek. Seninle beraber büyüyecek. İki kardeş gibi iyi anlaşacaksınız. Dalını gördün mü? Bir tanecik dalı olsa da sanki özellikle senin binmen için hazırlanmış bir ata benziyor.” Brezilya edebiyatının klasiklerinden Şeker Portakalı, José Mauro de Vasconcelos’un başyapıtı kabul edilir. Yetişkinler dünyasının sınırlamalarına hayal gücüyle meydan okuyan Zezé’nin yoksulluk, acı ve ümit dolu hikâyesi yazarın çocukluğundan derin izler taşır. Beş yaşındaki Zezé hemen her şeyi tek başına öğrenir: sadece bilye oynamayı ve arabalara asılmayı değil, okumayı ve sokak şarkıcılarının ezgilerini de. En yakın sırdaşıysa, anlattıklarına kulak veren ve Minguinho adını verdiği bir şeker portakalı fidanıdır… Şeker Portakalı’nın başkahramanı Zezé’nin büyüdükçe yaşadığı serüvenleri, yazarın Güneşi Uyandıralım ve Delifişek romanlarında izleyebilirsiniz.
İngiliz yazar George Orwell (1903-1950), ülkemizde daha çok 1984 adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci ünlü yapıtıdır. 1940’lardaki ‘reel sosyalizm’in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında ‘yergi’ türünün başyapıtlarından biridir. Hayvan Çiftliği’nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin’i simgelediği açıkça görülecektir. Öbür kişiler bire bir belli olmasalar da, bir diktatörlük ortamında yer albilecek kişilerdir. Romanın alt başlığı Bir Peri Masalı’dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır.
Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (…) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu. George Orwell’in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır.
Can Yayınları bu kitapta Albert Camus’nün iki yapıtını bir arada sunuyor. Bunlardan birincisi, Düğün, tıpkı Tersi ve Yüzü gibi bir gençlik yapıtı, ama gene Tersi ve Yüzü gibi sanatçının benliğini ve dilini yaşamı boyunca besleyen bir kaynak aynı zamanda. Gerçekten de Düğündeki denemeler Tersi ve Yüzüyle aynı dönemde yazılmış olmaları ve aynı kaynak çevreyi, Cezayir’i, yansıtmaları yanında, aynı yalın, duru ve somut anlatımla, aynı keskin bakışı, aynı anlama tutkusunu, aynı yaşam ve yeryüzü aşkını ortaya koymakta. Bir Alman Dosta Mektuplar ise İkinci Dünya Savaşı döneminin ürünü. Bir yandan temelsiz bir üstünlük deneyiminden yola çıkarak dünyayı egemenliği altına almaya kalkan bir ulusla bağımsızlığını onurla savunan bir başka ulusun tutumunu karşı karşıya getirirken, bir yandan da gerçek yurttaşlığın, gerçek toplumsal ahlakın niteliklerini sergiliyor. Başkaldıran İnsanı muştulayan küçük boyutlu bir büyük yapıt.
Jean-Paul Sartre, Albert Camus’nün ölümünden sonra şunları yazmıştı: “Uzun süre düşünmeden seçimini yapmayan, bir kez seçince de buna bağlı kalan ender insanlardandı… Camus’nün insancılığında, ansızın bastıran ölüme karşı insanca bir davranış varsa; mutluluk yolunda giriştiği o gururlu, katıksız araştırma, insana bu denli aykırı gelen ölüme dayanıyor, ölümle besleniyorsa; Camus’nün yapıtını da, bu yapıttan ayrı düşünülemeyecek yaşamını da, varlığın her ânını ölümün elinden kapan bir insanın katıksız, başarılı denemesi olarak görebiliriz.” Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) Sürgün ve Krallık’ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren `kurban’ ve `cellat’ ikilemini ele alıyor.
1957 yılında kırk dört yaşında Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960), yaşamı boyunca şu sorunun yanıtını aradı: “İnsan toprakla nasıl bağdaşabilir, yoksulluğu yüzünden acı çekerek, ama güzelliğini koruyarak saçma ve yücelik için nasıl yaşayabilir?” Camus’ye göre sanat `yalancı bir lüks’ ve bencil bir edebiyatçının yapıtı değildir. Sanat yaşayabilir, kullanılabilir bir durumdadır; gerçeğe sadık ve onun üzerinde olduğu için, hiç uysallaşmayan saçmalığı ve hiç yok olmayan umudu ile insanın durumunu tepeden tırnağa kapsar. Başkaldıran İnsan, başkaldırının kendisidir, ama ılımlı ve insanın boyutlarında. Başkaldıran İnsan, adalete ve özellikle doğruluğa vurgundur, mutlak olan’ın iğvasından, mitoslardan, gurur, horlanma ve kanın romantik baş dönmelerinden uzak durur. Ama insan, ne ise, o olmaya yanaşmayan tek yaratıktır. Bu yadsıma onu intihara mı, yoksa bir başkasını öldürmeye mi götürür? “Hayır!” demeyi bilen insandır Başkaldıran İnsan; ama kime, neye, nerede, nasıl? Başkaldıran insanı kuşatan `hayır’ın içeriği nedir? Bunun yanıtı Başkaldıran İnsan’da…
“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.”
Albert Camus, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yayımladığı deneme kitabı Sisifos Söyleni’nde, yaşamın anlamsızlığı, varoluşumuzun saçmalığı gibi intihara yönelen temaları, tarihin ve edebiyatın belirli bazı kişilikleri üzerinden ele alır. Tahsin Yücel’in dilimize kazandırdığı eser, 20. yüzyıl felsefe tarihinin en önemli yapıtlarından biri olarak kabul edilmiştir. Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak olan taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdıkları Sisifos, cezasını bilinçli olarak kabullenmiş, tekrar yuvarlanacağını bildiği halde taşı bütün gücüyle yukarı taşır. Camus saçma kavramını işte bu noktada tanımlar: boşuna olduğunu bildiği halde direnen insan. Yaşamın anlamı ancak, dünyanın saçmalığını ve yenilginin daima tekrarlanacağını bile bile kötülüğe direnmek olabilir, insanlığa gerçek boyutlarını ancak bu başkaldırı kazandırabilir.
Albert Camus çağdaş düşün ve yazın dünyasındaki saygın yerini yalnızca oyunlarıyla da, yalnızca Sisifos Söyleni ve Başkaldıran İnsan’la da alırdı belki. Ama Camus’yü Camus yapan öncelikle anlatı yapıtlarıdır, Yabancı (1942), Veba (1947) ve Düşüş’se (1956) bu yapıtlar arasında üç büyük doruktur. Ancak, kimi yazınseverler bu üç başyapıt arasında daha çok Düşüş’ü yeğlerler. Bu kitap, herhangi bir düşünce ya da savı özellikle öne çıkarmaya çalışmadan, yalın bir anlatım ve özgün bir kurgu içinde, zengin bir düşünce ve duygu yüküyle, çağdaş dünyayı ve insanlarını derinlemesine sorgulayıp yargılar, çirkinliklerini ve düşkünlüklerini sergiler. Ama, aynı zamanda, bu dünyada yaşayan, dolayısıyla şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde onun sorumluluğunu taşıyan bireyler olarak tek tek her birimize bir ayna tutar, eski avukat Jean-Baptiste Clamence’ın öyküsü aracılığıyla, bize kendini tehlikeye atmadan yaşayanların, yani hepimizin ve her birimizin benzersiz öyküsünü anlatır. Düşüş’ün yayımlanmasından bir yıl sonra Camus’nün Nobel Ödülünü kazanması bir rastlantı olmasa gerek.
Camus adı çoğu okur için Yabancı romanıyla özdeşleşir. Ancak yazarın en önemli yapıtı aslında Veba’dır. Keskin bir gözlem gücünün desteklediği arı bir bilinçle Veba, yalnızca çağımızın değil, tüm insanlık tarihinin ortak bir sorununa değinir: Felaketin yazgıya dönüşmesi. Camus’nün hiçbir yapıtında böyle acı bir yazgı, böylesine şiirsel bir dille ele alınmamıştır. Veba, insanın ve ışığın şiiridir. Bu şiirde renkler alabildiğine koyu, ancak yazarın sesi o denli umut doludur. Beklenmedik bir boyuta ulaşan veba salgını tüm Oranlıları ilkin umutsuzluğa boğar, ardından Doktor Rieux, Tarron ve Grand’ın gösterdikleri dayanışma örneği, başta yetkililer olmak üzere herkese bir güç ve umut kaynağı olur. İşte Camus’nün insana bakışı ve inancı bu noktada karşımıza çıkar.
Mutlu Ölüm, ünlü yazar Albert Camus’nün 1930’ların sonunda tasarlayıp oluşturduğu, ancak hayattayken yayımlatmadığı bir roman. Bir başka romanı, Yabancı üzerindeki çalışmasının, Mutlu Ölüm’ü ertelettiği söylenegelmiştir. Mutlu Ölüm, yazarın Belcourt’ta çocukluğunun geçtiği yoksul mahallenin, deniz taşımacılığı şirketindeki memurluğunun, 1936 yazında Orta Avrupa’ya yaptığı yolculukların, sanatoryumda kaldığı günlerin, Fichu’nun evinde ya da 1936 Kasım’ında yerleştiği Cezayir’deki anılarından yararlanıyor. Kitapta yazarın aşk yaşamından da kimi kesitler bulmak olası. Simon Hi‚ ile iki yıllık evliliği ve fırtınalı bir açıklamayla Salzburg’da sona eren ilişkileri, romana bağlam değişimiyle katılıyor. Döneminin moda akımı olan, romanda yapısal özelliklere ağırlık verilmesi, Mutlu Ölüm’de de kendini gösteriyor, biçemi ustaca öne çıkarıyor yazar. Mutlu Ölüm’ün, Albert Camus’nün deha dosyasına eklenecek bir belge olduğunu söylemeliyiz; yazarı daha sonraki çalışmalarından tanıyan okur için bu kitabın ilginç bir karşılaştırma olanağı sağlayacağını düşünüyoruz.
Brice Parain, sık sık, yazdıklarımın en iyisini bu küçük kitabın içerdiğini ileri sürer… Hayır, aldanıyor, çünkü deha bir yana bırakılırsa, insan yirmi iki yaşında yazı yazmasını pek bilemez. Ama Parain’in söylemek istediğini anlıyorum. Bu acemice sayfalarda, sonradan yazdıklarımdakilerden daha çok gerçek aşk bulunduğunu söylemek istiyor; haksız da değil… Bu sayfaların yazıldığı zamandan beri yaşlandım, çok şeyler görüp geçirdim. Sınırlarımı, sonra hemen hemen bütün zayıflıklarımı tanıyarak kendi hakkımda bilgi edindim… Herkes gibi ben de düşlerim bazı bazı. Ama iki sakin melek onun eşiğinden hiçbir zaman geçirmediler beni; biri dostun yüzünü gösterir, öbürü düşmanın suratını. Evet, bütün bunları biliyorum, aşkın neye patladığını da öğrendim ya da aşağı yukarı. Ama yaşamın kendisi hakkında, Tersi ve Yüzü’nde acemice söylenenden daha fazlasını bilmiyorum.”
ALBERT CAMUS
Yaz, yapıtları arasında organik bağlantı ve bütünsellik ilkesine büyük önem veren Albert Camus’nün (1913-1960) Tersi ve Yüzü, Sürgün ve Krallık ve Düğün adlı kitaplarıyla birlikte birbiriyle ilişkili ya da bağımsız bir metinler çevrimi oluşturur. Doğaya, dağa, denize ve güneşe derinlemesine bir sevgi duymuş, kendisine bir sığınak, düşüncelerine bir yanıt aramış ve Akdeniz ışığında bütün yaşam felsefesinin imgesini bulmuş olan Albert Camus, Yazda Cezayir’in sıcak ve aydınlık doğasından Antik Yunan’ın ölçülü ve ışıklı düşüncesine uzanır. Böylece, Avrupa’nın kapıldığı yıkıcı tutkuyu yalın olduğu kadar hayranlık uyandıran bir mantıkla yargılar ve ortaya çıkan Akdeniz bilinci Albert Camusnün mutluluk etikasını yaratır…
Quasimodo” Paskalya’dan sonraki ilk pazara verilen addır aslında. XX. yüzyıl Paris’inde Notre-Dame Kilisesi’nin ön avlusundaki kerevete, kimsesiz bebekler bırakılırdı. Başdiyakoz Frollo, böyle bir günde bulduğu sakat bebeği himayesine alır ve ona Quasimodo adını verir. Onu büyütür ve kilisenin zangocu yapar; ancak çanın sesi altın kalpli Quasimodo’nun giderek sağır olmasına yol açar. Ne var ki, Quasimodo’nun koruyucusu kabul edip büyük sevgi ve bağlılık duyarak büyüdüğü başdiyakoz, karanlık iç dünyasına hapsolmuş, dizginleyemediği nefretinin pençesinde kıvranan biridir.
Victor Hugo, olayları ince ince ördüğü Notre-Dame’ın Kamburu adlı ünlü eserinde, insan hayatında kaderin yerini sorgulamış, kaleme alındığından bu yana birçok sanat eserine, özellikle de filmlere esin kaynağı olan muhteşem bir roman çıkarmıştır ortaya.
Notre-Dame’ın Kamburu aynı zamanda Paris kentinin romanıdır. Hugo, şehrin o dönemini tüm ayrıntılarıyla, Fransız dilinin tüm zenginliğini kullanarak aktarmış, Paris’in diğer karakterlerden rol çalmasına yol açmıştır.
Çevresini dolaşarak dünyanın yuvarlak olduğunu kesin olarak kanıtlayan Portekizli denizcinin biyografisi, Yeniçağ’ın bu en önemli kâşifini kararlı, cesur, mağrur bir kişilik olarak tanımlıyor. Tarihte iz bırakmış kişilerin yaşamöykülerini kendine öz¬gü bir üslupla kaleme alan Zweig, Macellan’da, dünyanın pek çok coğrafi bölgesine bugün bildiğimiz adlarını veren Portekizli kâşifin, her biri apayrı bir macera olan keşiflerini kişiliğiyle bütünleştirerek anlatıyor.
Colombus’un başarısı Avrupa’da müthiş bir şaşkınlık yaratır. Bir süre sonra da yaşlı dünyamızın daha önce hiç tanık olmadığı bir macera ve keşif heyecanı patlak verir: Tek bir cesur insanın başarısından, tüm bir kuşağa yetecek şevk ve cesaret doğar, bu daima böyledir. Avrupa’da sınıfından ve konumundan hoşnut olmayan, haksızlığa uğradığını düşünen ve beklemek için fazla sabırsız olan herkes, küçük oğullar, işsiz subaylar, büyük efendilerin piçleri, kanun tarafından aranan karanlık tipler, hepsi de Yenidünya’ya gitmek ister.
Suç ve Ceza yayımlandığı 1866 tarihinden bu yana, modern insana yaklaşımıyla ve sorduğu can alıcı sorularla güncelliğini hiç kaybetmediği gibi, edebiyatın çıtasını erişilmesi güç bir seviyeye yükseltmiştir. Dostoyevski’nin dehasını tüm yönleriyle yansıttığı roman, bir suçun psikolojik kaydıdır aynı zamanda.
Simyacı, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı Paulo Coelho’nun, yayınlandığı 1988 yılından bu yana dünyayı birbirine katan, eleştirmenler tarafından bir `fenomen’ olarak değerlendirilen üçüncü romanı. Simyacı, altı yılda kırk iki ülkede yedi milyondan fazla sattı. Bu, Gabriel Garcia Marquez’den bu yana görülmemiş bir olay. Yüreğinde, çocukluğunu yitirmemiş olan okurlar için bir `klasik’ kimliği kazanan Simyacı’yı Saint-Exupery’nin Küçük Prens’i ve Richard Bach’ın Martı Jonathan Livingston’u ile karşılaştıranlar var (Publishers Weekly). Simyacı, İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü. Sanki bir `nasihatnâme’: `Yazgına nasıl egemen olacaksın, mutluluğunu nasıl kuracaksın?’ sorularına yanıt arayan bir hayat ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen romanın altı yılda, yedi milyondan fazla okur bulmasının gizi, kuşkusuz, onun bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor. Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken, güneşin doğuşunu seyretmek için şafak vakti uyanmaya benziyor.
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1829 – 1910): Savaş ve Barış, Anna Karenina ve Kreutzer Sonat’ın büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini insan, aile, din, devlet, toplum, özgürlük, boyun eğme, başkaldırma, sanat, estetik konularında kuramsal çalışmalara verdi. 1899’da yayımlanan Diriliş Tolstoy’un yaşadığı sırada çıkan son romanıdır. Tolstoy, yıllarca üzerinde düşündüğü ve pek çok kuramsal eser yazdığı insanlık sorunlarını bu kitapta edebi bir kurgu içinde ele aldı. Diriliş sadece Sibirya’ya giden bir mahkûm kafilesinin yolculuğunu değil, yaşamın anlamını kavramak adına kişinin kendini yeniden var etme sürecini anlatan bir başyapıttır. Lev Nikolayeviç